24 MAYIS 1980 CUMA EKREM ÇAMAŞ TRABZON ÜLKÜCÜ ŞEHİDİMİZİ RAHMETLE ANIYORUZ
Kahramanlık, kendisini bekleyen tehlikelerin büyüklüğü-çokluğu oranında kıymet kazanır. Kahramanlar, ölümünü bile bile milleti yolunda, kutsal bir dava uğrunda mücadeleden yılmazlar ve bu yol da insanüstü mucizelerle yürürler. Fani bir hayatın esiri olarak günün birinde sönmeye mahkûm olan insanoğlu, yaptıklarıyla ölümsüzleşir. Mal-mülk, makam-mevki hırsından kurtulmuş olanlar, her zaman unutulmayan tarih sayfalarında yer alıp, gönüllerde taht kurarlar. Çetin, fakat asil yolu seçmiş olan kahramanlar, yaşadıkları zaman içerisinde bir meşale gibi parlar, peşinden gelenlere ışık ve ruh verirler.
İşte onlardan biri Ekrem Çamaş.
Ailenin en büyük çocuğuydu. Üniversite’ye ilk geldiği gün üzerinde deri mont vardı. Trafik kazasında rahmetli olan İsmail Hacıömeroğlu ile gelmişlerdi. Yurtta kalıyorlardı. CHP iktidara gelmişti o yıllar, Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur’un ilk icraatı yurtları kapatmak oldu. Yurtlar kapatılınca, Hos mahallesine taşındılar. Utangaçtı, başını kaldırıp, kızlara bile bakamazdı. Kadın, kız lafı edilen meclisten uzaklaşırdı. Çok cesur, idealistti, yüreğiyle, karşılık beklemeden savaşıyordu. Biliyordu ki çektikleri sıkıntı mensup olduğu milleti içindi. Paltosunun kapşonunu başına geçirir, karanlıkların gizlendiği sokaklara adımını salardı. Gecelerin sessizliğine inat, ateşlenen mermi uğultusuna inat, canı pahasına kavgaya atılırdı. Namertler yılmadan pusu peşindeydi, önlerinin kesilmediği, silahların sustuğu gün yoktu. Ekrem disipline gelmez, başına buyruktu. Hiç kimsenin bilmediği o gözü karalığın içinde merhamet kırıntıları da vardı. Bir gün kardeşi Ali ile tarlada çalışırken aralarından zehirli bozyürük yılanı geçiyordu, Ali hemen sopa ile yılanı öldürdü. Ekrem’in yüzü birden karadı, kardeşine “Neden yılanı öldürdün, sana ne yapmıştı? Diye bağırdı. Bir gün yine babasıyla beraber ayçiçeği yüklü traktörle kasabaya gelirken yolda kurbağayı ezmemek için direksiyonu kırdı, römork devrildi, ayçiçeği yola savruldu. Saatlerce ayçiçeğini toplamaya uğraşmıştı. Bir canlı için hayatını tehlikeye atmıştı. Bir gün anasına heyecanla anlatmıştı ülküsünü. Anası şaşırmıştı, bu anlattığı sevdası için peşinden koşulan kıza benzemiyordu. Şüphelenmişti. Anası kıskandı, kendisinden fazla sevgi beslediği ülküyü. Trabzon Ülkü Ocakları, altında dükkânlar olan pasajın üstündeydi. Kunduracılar arastasında, içeresinde çay ocağı, mescit, başkanlık odası ve içi divanla döşeli bir odadan oluşan Ocaktı. Salonda hasırdan alçak tabureler, birkaç alçak masa vardı. Salon iki taraflıydı, bir tarafta bayanlar, diğer tarafta erkekler oturuyordu. Duvarlarda Türk bayrağı ve tarihi tablolar vardı. Hele en hoşuna giden Arif Nihat Asya’nın duvardaki; “Bir yerin adına denince Türk Ülkesi, gözüm bayrak arar, kulağım ezan sesi” yazısıydı. Türk demek bayrak demekti, Türk demek başı dik insan demekti. Vatan davasını dini gibi seviyordu. Kızıl düşünceli insan kılığındaki mahlûklara boyun eğmek, ona göre Türk ruhuna aykırıydı. Boyun eğmedi. Ülkü Ocaklarında tanışma toplantıları yapılırdı. Dışarıdan gelen öğrenciler teker teker ayağa kalkıp kendisini tanıtırdı. Kar gözlü, karakaşlı, sert bakışıyla, ayağa kalktı; Ben Ekrem Çamaş, Bafralıyım” dedi ve oturdu. Konuşmayı pek sevmezdi. Seminerler, konferanslar, müzik şölenleri sık sık yapılırdı. Ülkü Ocaklarının Türk Sanat Müziği Korosu vardı. Ankara Ocak Genel Merkezi Trabzon Ocağını kıskanırdı. En iyi Arkadaşı Çetin Ünsal’dı. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmezdi. İkiz kardeş gibiydiler. Ara sıra Gazipaşa yokuşunda Lezzet Lokantasında haşlama suyu içmeye giderlerdi. Komünistler, Üniversite Rektör’ü Erdem Aksoy’dan destek alıyorlardı. Öğretmenden çok militana benziyordu bu rektör. CHP iktidarıyla başlayan baskı, zulüm tüm hızıyla devam ediyordu. ‘Muhammed’in p…leri okula giremez’ diye afişlerin duvarlara asıldığı günlerdi. Ekrem yüzündeki sert ifadeyle yürüdü. Komünistler Ekrem ile karşılaşmamak için kaçacak delik arıyorlardı. Yürüyüşü, yüz ifadesi destan yazacak kahramanlara benziyordu. Ekrem, iktidarın desteğiyle kurtarılmış bölgeler haline getirdikleri Üniversitedeki baskıyı kırdı. Davasına ve arkadaşlarına bağlılığı etrafında insan halkaları oluşmaya başlamıştı. Ekrem Türk birliği ülküsüne inanmıştı. Yeryüzünde bütün Türklerin bir millet, bir devlet, bir bayrak altında toplanma ülküsü olan Turan ülküsünün Türk gençliği üzerinde vücut bulacağına inanmıştı. Genç yaşına rağmen ülkenin içine itilmek istenen ihanetin farkındaydı. Trabzon’da bir avuç ülkücü arkadaşıyla kızıl rejimin yerli işbirlikçilerine karşı mücadele etti. O biliyordu ki; Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetini ispat etmekti. Haysiyet şuur ve fedakârlık demekti. Fedakârlık ise inandığı değerler uğruna her çileyi göze almaktı, hatta ölümü bile. Türk’ün kötü giden talihini değiştirmenin şart olduğuna inanmıştı. Pratik, çabuk karar verme yeteneği sayesinde arkadaşları arasında sivrildi. Liderlik kabiliyeti yüksekti. Trabzon Ülkü Yolu Derneği başkan yardımcısı oldu. O günler komünistler akıl almaz silah desteği alıyorlar, adam kaçırıyorlar, kurşunlamalar, baskınlar, banka soygunları, bombalı eylemler birbirini takip ediyordu. Analar pencere önlerinde evlatlarının eve dönmesini dört gözle bekler olmuşlardı. Gece yatağa uzanır, perdeyi aralar gökteki yıldızlara bakarak Çetin’e hayallerini anlatırdı. Çocukluk günlerini geçirdiği sisler arasındaki, rengârenk çiçeklerin serpildiği, yeşil otların boy attığı Aybastı yaylasını, Bafra Balık gölleri kıyısındaki tarlalarını, aile hikâyelerini anlatırdı. İleride Bafra’daki çiftliği büyütüp, geliştirmek istiyordu. Bunları anlatırken karakaşı, kara gözü, asık suratı kaybolur, yüzünde tebessümler saçılırdı. Birkaç gün önce üç arkadaş mağazadan gri kumaş palto almışlardı. Üçüne de çok yakışmıştı. Son geceyi çok tedirgin, gergin geçirdiler. Çetin ‘Okula gitmeyelim.’, dedi. ‘Sen gelmezsen gelme ben yalnız gideceğim.’ diye ısrar etti. Kararını vermişti. Tek başına okula gitmesine gönlü razı olmadı Çetin’in. Onu yalnız bırakmak istemiyordu. Bu şehrin üstünde fırtınalar hiç eksik olmazdı. İhanetin dar, rampalı, ıssız sokaklarda kol gezdiği bir şehirdi, Trabzon. Bu şehirde ayakta kalmak, yıkılmadan başını dik tutabilmek, bıçak sırtında yaşamak gibiydi. Evden çıktıklarında hava pusluydu. Komünistler kahpece bir pusu kurmuştu. Bir şey yapmalıydılar önlerindeki Ekrem engelinden kurtulmalıydılar. Mimarlık Fakültesinin kantinine gittiklerinde zaman ayarlı bomba patladı, yer göğe kalktı. Ekrem şehit olmuş, Çetin kanlar içinde yaralanmıştı. Şehit Ekrem’in parçalanmış, büyük bölümü yanmış bedenini ak kefene koymadan kiraladıkları bir otobüsle Bafra’ya doğru yola çıktılar. Türklük yolunun, Muhammed yolunun kara sevdalısı 24 Mayıs Cuma günü ölümle eğlenerek, cennet katlarına uçtu. Kara haberi duyan ülkücüler Bafra’dan hemen koştular. Hüseyin Saral’ın Peugeot arabasını Cingöz kullanıyordu. Üstelik Hüseyin Saral yüz lira da ceplerine yol haçlığı koymuştu. O kötü günlerde ülkücülere maddi-manevi desteğini hiç esirgememişti. Cumhuriyet meydanında Almanyalı lakaplı birisinin kırmızı Mercedes taksisini kiraladılar. Baha Sertkaya, Aslan Yıldırım, İsmet Çerçi, Nihat Öksüz, Cellât Rasim, Adnan Hazır Trabzon’a hareket ettiler. Komünistler Fatsa’da yolu sağlı sollu kesmişlerdi. Emniyet teşkilatı Fatsa’da tedbir amaçlı yolu kesmişti. “Bafralılar buradan ileri geçemezsiniz, eğer geçmek istiyorsanız otomobillerinizdeki Bafra yazılarını silin “dediler. Bafralılar bu teklifi kabul etmediler. Baha Sertkaya, “Gidin yolu kesen solcuları çekin” dediler. Elleri bellerinde polis araçları eşliğinde yol boyu dizilmiş komünistlerin arasından geçtiler. Giresun’a kadar gittiler. Trabzon’dan gelen konvoy Giresun’a girmek üzereydi. Otobüsün önünde Karadeniz Teknik Üniversitesi yazan hüzün yüklü otobüs ağır ağır ilerliyordu. Giresun Emniyet müdürü Uğur Gür Fatsa’yı geçene kadar konvoya eşlik etti. Konvoy büyüdükçe büyüdü. Öğlene doğru Gazi Osman Paşa mahallesindeki evlerinden al bayrağa sarılı tabut omuzlarda tekbirlerle Paşa Cami’sine getirildi. Cenaze namazından sonra Büyük Cami imamı Hilmi Hoca meydanda konuşmak istedi. Emniyet izin vermek istemiyordu, ama ısrarlar üzerine hoca yüksekçe yere çıktı. Kalabalığı süzdü, gür sesiyle; “Yarabbi, Ülkücüler büyük bir mücadele veriyor. Sen biliyorsun, biz de inanıyoruz. Bizi inanmış olduğumuz yoldan asla yılgınlığa, bozgunluğa, dehşete düşürme yarabbi. Yarabbi, Yüce Kitabımızda “Her nefis ölümü tadacaktır” buyuruyorsun. İnanıyoruz, iman ediyoruz. Senin huzuruna geleceğimiz zaman iman ile gelmemizi, yüzünü yere eğenlerden değil, göğsünü gere gerek yürüyenlerden eyle bizi. Yarabbi bugüne kadar milletimizin, devletimizin, bayrağımızın inmemesi, ezanın susmaması için canını vermiş, senin huzuruna şehit olarak gelenlerden eyle. Yolumuz Hoca Ahmet Yesevilerin, Fatihlerin, Alparslanların, Süleyman Özmenlerin, Yusuf İmamoğullarının, Önkuzuların, İsmail Yüksellerin yoludur. Bize de şehit olmayı nasip eyle. Gaflette, uykuda, delalette olanlara uyanmayı nasip eyle. Hilmi Hoca şehitlikle ilgili ayetleri okuyarak konuşmasını bitirdi. Kalabalık tekbirler eşliğinde yürüyerek Asri mezarlığa gitti. Ekrem’i dualarla çam ağaçları arasına gömdüler. İki gün sonra komünistler Gülbahar Mahallesi, uzun sokaktaki evlerini önce bombaladılar sonrada kurşunladılar. Bütün bu yaşananlar ne bir masal, ne bir hikâyeydi. Yaşananlar bir devrin destanını yazan imanlı göğüslerini kızıl kurşunlara siper eden ülkücüler Türk milletinin var oluş mücadelesini vermekteydiler. Ödenen diyetler mal değil, mülk değildi. Can ve kandı, verilen bedel. Ekrem hiçbir karşılık beklemeden Türk milletinin yaşatmak için temiz kanını toprağa dökerek ululara karışmıştı. Yapılan bombalı saldırılar, ülkücü hareketi değil durdurmak, daha da bilemişti. Anadolu toprağına öyle kutsal bir tohum ekmişlerdi ki dünya durdukça ülkücülük var olacaktı. Anası vatan yolunda bir oğul vermenin hüznünü yaşadı gönlünde, geceler uzadı, günler tükenmek bilmedi. Kara saçlarına aklar kattı. İlaçla ayakta zor duruyordu. O günden sonra sustu. Söyleyecekleri boğazında düğümlenip kaldı. Gözyaşını oğul kanı karışan topraklara değil, kalbinin en gizli yerine akıttı. Yüreğinde her damla yaş kabarıp büyüdü, koç yiğidini gönlünde yaşattı.
Şunu unutmayın! Ülkücü gençlik olmasaydı bugün sokaklarda ailemizle rahatça gezemezdik. Çocuklarımızın ellerinden tutup, parklarda bahçelerde dolaşamazdık. Onlar olmasaydı camilerimizde Ezan okunmazdı. Camiye giden cemaatin önünün kesildiği günleri unutmayın. Allah, o kara toprağa düşen gençlerden bir daha razı olsun, vurulmak pahasına camide bulunurlar, bazıları da kapı eşiğinde nöbet tutarlardı. O sıkıntılı günleri unutursak o yiğitlere ihanet etmiş oluruz.