“Tek suçumuz budur; bu ne kafadır”

Temsilci Kurul, Ali Rıza Paşa, “Hükûmet bildirisinin anlamsızlığına ve içindeki düşüncelerin yanlışlığına bakmadan” yeni hükûmete destek olmaya karar verir. Atatürk şöyle der Nutuk’ta; “Kısacası; memleketin esenliğe kavuşmasını temiz yürek ve içtenlikle düşünenlerin, akılca ve vicdanca yapmak zorunda oldukları – hatıra gelen – her şeyi yapmaya çalışıyoruz. Bir an önce mebusların seçilmesini sağlamak için özendiri ve öğütler yapıyoruz. Yalnız bir şey yapmıyoruz: Ulusal örgütleri kaldırmıyoruz ve Temsilci Kurulu dağıtmıyoruz. Tek suçumuz budur.”

Bu “tek suç” u işlemekte ısrarcı olmanın nedeni de “Damat Ferit Paşa’dan sonra, başka bir damat paşanın çevresinde, başbakan diye, bakan diye toplanmış birtakım beyinsizleri alçak bir padişahın alçakça düşüncelerini kolaylıkla uygulamakta serbest bırakmamak” tır.

Bu yol ve yöntemi yani, “alçakça düşüncede olanları kolaylıkla uygulamakta serbest bırakmamak!” yol ve yöntemini bugün demokrasiye inandığını söyleyen herkes uygulamalıdır, sadece siyasî partiler değil.

Mustafa Kemal Paşa bu yol ve yöntemi, hükümet yetkililerinin ikili oyunlarına/tutumlarına karşı verdiği mücadele ile göstermiş, ancak bununla yetinmemiş ve olan biteni ayrıntılı olarak Türk milletine anlatmıştır. Nutuk’taki satırları aktarmaya devam edelim.

Delege Cemal Paşa, bir yandan Temsil Kurulu’nun hükümet hakkında güven duyması için türlü çarelere başvurmakta, diğer yandan da  hükümeti aklattırmak ve Temsil Kurulu’nun varlığının silinmesi yolunda öğütler verdirmektedir. Cemal Paşa’nın bu ikili tavrı 7/8 Ekim 1919 tarihli telgrafına da yansıyacaktır. Telgraf, Ahmet İzzet Paşa’nın şifre içinde kalan imzasıyla gönderilir:

Önce; “Artık hükûmet ve ulusun, ikilikten ayrılarak tam bir birlik göstermesine, değersiz düşünceme göre, acele olarak çok gereksinim vardır.” diyen Cemal Paşa, telgrafın devamında Kütahya ve Bilecik’te “hoşa gitmeyen bazı olaylar” dan söz eder ve Kastamonu vali vekilinden gelen bir telgrafa değinir. Buna göre “bazı görevlilerin atanma ve cezalandırılmaları gibi konularda İstanbul hükûmetine sanki emir verilmek isteniliyor” dur. Cemal Paşa şunu da ekler: “Bu gibi adamların çalışmalarına ve davranmalarına fırsat verilmemesini, gerçekliği herkesçe kabul edilen uyanık zekânızdan umarım. Kısacası, artık memlekette birlik sağlanmasını ve temel yasalar çerçevesinde hükûmetle bağlantı kurulmasını temiz yürekle öğütlemek ve rica etmek isterim.”

Telgrafa, güven verici bir karşılık vermenin uygun olacağı düşünülür ve özetle şöyle denir: “Millî Harekât’ın etkilerine iyi gözle bakmanıza teşekkür olunur…. Çalışmalarımızın amacı bir kanun dönemi açılmasına yöneliktir…” Ancak Mustafa Kemal Paşa telgrafta Kütahya ve Bilecik konusuna değinecek ve “Buralardaki acıklı ve esef edilecek durumun da, yaratanı ve nedeni eski hükûmetin miskince davranışı olduğu düşünülürse Millî Harekâtı sorumlu tutup taşlamak haksızlık olur inancındayım.” diyecektir. Aynı şekilde Kastamonu Vali vekilinin de haklı olduğunu belirtecek ve “… yeni hükûmetin kararsız gibi görünen ilk davranışı bir iki gün daha sürseydi, bu türden başvurular memleketin her köşesinden de yağacaktı.” ifadesini kullanacaktır.

Mustafa Kemal Paşa’nın yüz yıl önce işaret ettiği “kanun döneminin açılması” na bugün her şeyden çok ihtiyaç vardır. Çünkü demokrasideki ağır yaranın, ağır yolsuzluğun, ağır yoksulluğun altında yatan neden “kanun” u hiçe saymaktır.

Atatürk bu bölümde, bir hatırasının canlandığını söyler ve “Milletin belleğine ve tarihe geçmesi için onu da söylemiş olayım.” der. Atatürk’ün sözleriyle aktaralım.

“Ali Rıza Paşa, bir gün, Ahmet İzzet Paşa’yı görmeye gider; sohbet ederken beni kötüleyen birtakım yersiz sözler söyler ve bunlara önemli bir buluşunu da ekler: ‘Cumhuriyet yapacaklar, cumhuriyet.’ diye bağırır. Doğrusunu isterseniz Efendiler, Makedonya’da Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı Orduları Başkomutanı Ali Rıza Paşa’nın aslanlardan oluşan, koskoca Türk ordularını bozguna uğratıp yok ettirdikten ve değerli Makedonya topraklarını, düşmanlara bırakıp bağışladıktan sonra; devletin en sıkışık zamanında, Vahdettin’in emellerine hizmet etmek için, gereken nitelikler elde etmiş olduğuna ve bu ünlü ordular başkomutanının, bu kez kendine en becerikli yardımcı olarak, eski kurmay başkanını, Savaşişleri Bakanı yapmayı düşüneceği, doğal sayılabilirdi. Ama ulusal girişimlerin, cumhuriyeti hedef aldığını, bu kadar çabuk ve kolay duyup anlayabileceğini, büyük beğeni ile karşılamamak  olanak dışıdır. Efendiler, bana bu bilgileri veren, öyküyü İzzet Paşa’nın kendi ağzından işiten, çok saygın ve içimizde bulunan, bir arkadaştır.”

Atatürk, kimin ne olduğu bilinsin istemiştir daima. Amaç genç kuşakların uyanık kalmasını sağlamaktır.

Hatırasını paylaşan Atatürk, Cemal Paşa’nın ikili tutumuna bir örnek daha verir.

İstanbul’da Askerî Nigehban Derneği diye bozguncu bir topluluk türemiştir. Bu topluluğun başında bulunanlar, … askerlikten kovulmuş, ahlâksızlıkları ile tanınmış kişilerdir ancak “kendilerine vatan ve milletin bekçisi” süsünü vermek istemektedirler. Ordudakiler bu durumdan rahatsızdır ve Temsilci Kurul’a başvururlar. Mustafa Kemal Paşa durumu Cemal Paşa’ya bildirir ve “bu bozguncu odağın kökünden sökülüp atılmasını, üyelerinin şiddetle cezalandırılmalarını ve yapılanların orduya genelgeyle bildirilmesini” rica eder. Cemal Paşa da “bu kesin olarak kararlaştırılmıştır” şeklinde kısa bir telgraf yollar. Atatürk ilave edecektir: “Ama Cemal Paşa’nın bu kesin kararının uygulandığını anımsayamıyorum.”

Hükümet üyelerinin ikiyüzlü tavrı her vesile ile kendini göstermeye devam eder.

İngilizler, Merzifon ve Samsun’u boşaltmıştır. Hem bu durum hem de Ferit Paşa hükümetinin değişmesi nedeniyle Sivas halkı fener alayı yapmış, nutuklar verilmiş, halk da “kahrolsun işgal” diye bağırmıştır. Sivas’taki İrade-i Millîye gazetesi tarafından yayımlanan bu haberlere ilk tepki İçişleri Bakanı Damat Şerif Paşa’dan gelir. Sivas Valiliğine yaptığı bildiride: “Kahrolsun işgal gibi yazılar, hükûmetin şimdiki siyasetine uygun değildir!” ifadesi yer alır.

Atatürk şöyle der:

“Bu ne demektir, Efendiler? Hükûmet, işgali, beğenilmez saymayan bir siyaset mi izliyordu? Yoksa, kahrolsun işgal dedikçe, memleket daha çok düşman eline mi geçecekti? İşgal ve saldırı karşısında, milletin suskun ve dingin kalması, işgalden üzülmüş görünmemesi mi akla ve siyasete uygun düşerdi? Böyle bozuk ve hayvanca bir düşünce, batış ve dağılış uçurumuna kadar tekmelenmiş bir devleti kurtarabilecek siyasete temel olabilir miydi?”

Mustafa Kemal Paşa, Cemal Paşa’ya hemen bir telgraf çekerek, “Vatanın kimi bölümlerinin boşaltıldığı güne kavuşan milletin, bu yoldan, hatta daha belirli bir şekilde, hislerini duyurmasını pek uygun ve akla yakın” gördüklerini belirtir ve “milletin gerçek duygularına dayanarak hükûmetin bu haksız işgalleri tanımadığını resmî politika dili ile ve ateşkes hükümlerine aykırı olarak, bugüne kadar yapılmış olan karışmaları, protesto etmesini ve onarılmasını istemesini” de beklediklerini söyler.  (13 Ekim 1919)

Cemal Paşa’nın yanıtını “çok enteresan” bulur Atatürk ve paylaşır: 18 Ekim 1919 tarihli yanıtta şu ifadeler vardır: “Ulusun umuları çerçevesinde işleri yürütme sorumluluğunu yüklenen İstanbul hükûmeti, davranışlarında ve yaptıklarında politika gereklerini kollamak, yabancılara karşı daha konukseverlikle ve yumuşak davranmak zorundadır.”

Atatürk bunun üzerine: “Aziz vatanımızı işgal eden, süngülerini milletin kalbine saplayan yabancıları konuk sayıyor ve onlara konukseverce ve yumuşak davranmakta zorunluluk görüyor. Bu ne düşüncedir, bu ne kafadır? Ulus bunu mu umuyordu?” diyecektir.

Cemal Paşa, ayrıca milletin ergenliğini kanıtladığını, hükümet yaptıklarında serbest kalırsa dışarıya sözünü daha çok duyurabileceğini yazacak ve Temsil Kurulu’nun hükümeti desteklemesini rica edecektir. Atatürk bu sözleri de değerlendirir ancak yorumu sert ve ağır olacaktır. Şöyle der:

“Efendiler, Cemal Paşa, gerçekten önemli noktalara değiniyor: Önce, milletin ergenliğini kanıtladığı söyleyerek bizim, millet adına aracılık etmemize ve doğru yolu göstermemize gereksinme olmadığını dolaylı olarak söylüyor ve böylece, bizi millet önünde gereksiz birtakım karışıcılar sayıyor. İkinci olarak; bizim, hükûmeti serbest bırakmadığımızı ve bu yüzden dışarıya karşı sözlerini duyurmaya engel oluşturduğumuzu söylüyor.

Efendiler, soylu ulusumuzun, ergenliğini kanıtlayan eserler; Erzurum, Sivas Kongreleri ve bu kongrelerde aldığı kararlar ve bu kararların uygulanmasına çalışmak yoluyla birlik ve dayanışma kazanmaya başlaması ve Sivas Kongresi’ni yapanları yok etmeye kalkışan Ferit Paşa hükûmetini düşürmek gibi davranış ve uyanıklıklardıBu kadarla yetinmek, bütün bu davranış ve etkinliklerde olduğu gibi bundan sonra da, millete rehberlik etmek yollu vicdan görevinden vazgeçerek, hükûmeti serbest (başıboş) bırakabilmek, ancak bir koşulla mümkün olabilirdi. O da, serbest olmaya lâyık olduğu kanıtlanacak, Millet Meclisine dayalı, millî bir hükûmetin, ülke ve milletin kaderini hakkı ile kavrayıp üstlenmiş olduğuna inanmak idi. Milletin, ‘kahrolsun işgal’ yakınma bağırışını boğmaya çalışan, duygusuz ve anlayışsız insanlardan oluşan, içinde hayvan ve hainler bulunan bir hükûmetin, aptalca ve cahilce ve miskince davranışlarına seyircisi kalınması, akıllı, anlayışlı yurtseverlerden istenebilir miydi?”
***
Bugün Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet varsa, bizler de bu Devlet’in vatandaşları olarak bu topraklarda, Türk bayrağı altında hâlâ hür irademizle yaşayabiliyorsak bunu, yüz yıl öncenin “akıllı, anlayışlı ve yurtsever” insanlarına; onların sözle, kalemle ve nihayet kanla verdikleri mücadeleye borçluyuz.

Lütfen, bu ve benzeri sözleri çocuklarınıza, torunlarınıza aktarmayı bir vatan mücadelesi, bir Cumhuriyet borcu olarak görünüz…

Canan Murtezaoğlu

 

Bunları da sevebilirsiniz