İtilaf Devletleri, Lozan’da toplanacak olan Barış Konferansı’na (28.10.1922) Ankara Hükümeti’nin yanı sıra İstanbul Hükümeti’ni de davet eder. İtilaf Devletleri, “hâlâ İstanbul’da bir hükûmet tanımak”düşüncesindedir. Atatürk şöyle der: “Böylece birlikte çağırılış, padişahlığın kaldırılması işini, kesin olarak sonuçlandırdı. Gerçekten 1 Kasım 1922 tarihli kanun gereğince, halifelik ile padişahlık birbirinden ayrıldı. İki buçuk yılı aşan bir zamandan beri edimli olarak erkini yürüten ulusal egemenlik pekiştirildi.Halifelik, belirli bir hakka sahip olmaksızın bir süre daha bırakıldı.”
1 Kasım 1922 öncesi günlerdeyiz… Meclis ve çevresindeki muhalifler, Mustafa Kemal Paşa’nın, padişahlığı kaldıracağı yolunda, gerginlik yaratacak cinsten propagandalara başlarlar. Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’teki odasına gelen Rauf Bey, bazı önemli konularda kendisiyle görüşmek istediğini söyler ve akşam Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde buluşmayı teklif eder. Toplantıya Fuat Paşa da katılacaktır. Akşam buluşurlar. Atatürk şöyle der: “Refet Bey’den dinlediklerimin özeti şu idi: Meclis, padişahlığın ve belki halifeliğin ortadan kaldırılmak istenmekte olmasından kaygılı ve üzgündür. Sizden ve sizin ileride alacağınız durumdan, kuşku duymaktadır. Bunun için Meclis’e ve dolayısı ile ulus kamuoyuna güvence vermeniz gereğine inanıyorum.” Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa önce Rauf Bey’e ardından da Refet Paşa’ya “padişahlık ve halifelik konusunda”ne düşündüklerini sorar. İkilinin görüşü şu ifadede birleşecektir: “Bizde birliği korumak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da sultanlık ve halifelik konumudur. Bu konumu kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir varlık koymaya çalışmak, yıkım ve büyük acı doğurur. Hiç uygun olamaz.” 1938’den sonra bu zihniyet toplumda yeniden yeşermeye başlayacak, günümüzde ise “herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam” ın bağlılarının asıl derdinin “mideden tutulma” olduğu görülecek ve bu tutulma bir iktidar milletvekilinin; “Tayyip ağabeyin ayakkabısını elimizle yalamamız lazım” (basın) ifadesiyle “Allah ile aldatma”yı da sollayarak nirvanasına ulaşacaktır. Her konuda yalama olmuşlardan ahlaka sığınarak devam edelim.
Mustafa Kemal Paşa, Fuat Paşa’dan da düşüncesini öğrenmek ister. Paşa, Moskova’dan yeni geldiğini, “kamunun düşünce ve duygularını gereğince incelemeye” vakit bulamadığını söyler. Mustafa Kemal Paşa da karşısındakilerin endişesini gidermek için: “Sözkonusu ettiğinizsorun, bugünün sorunu değildir. Meclis’te bazılarının telâşlanıp tedirgin olmalarına da yer yoktur.” der. Rauf Bey, bu yanıta sevinmiş görünür ancak görüşmeler sabaha kadar sürer. Atatürk durumu özetler: “Rauf Bey’in bir şeyi sağlamak istediğini sezinledim. Halifelik ve sultanlık ve benim ileride alabileceğim durum hakkında, kendilerine söylediğim ve inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden kendi ağzımdan Meclis’e söyletmek. Kendilerine söylediğim sözleri olduğu gibi Meclis’e söylemekte sakınca görmediğimi bildirdim. Fazla olarak bu sözleri kurşun kalemi ile bir kâğıt parçasına yazdım ve ertesi günü Meclis’te bir sırası gelince söyleyeceğime söz verdim. Bu sözümü de tuttum. Benim bu sözlerim, muhaliflerce Rauf Bey’in bir başarısı sayılmış ve kendisini övmüşler…”
“… Genel ve tarihsel görevimin o güne ilişkin evresini yapmıştım” diyen Mustafa Kemal Paşa, sözlerini şöyle sürdürür: “Ama genel görevimin emrettiği temel işi yapma ve uygulama gerektiği zaman da hiç duraksamadım.” Sultanlığı halifelikten ayırmak ve önce sultanlığı kaldırmak için adım atan Mustafa Kemal Paşa’nın ilk işi Rauf Bey’i Meclis’teki odasına çağırmak olur. Nutuk’taki satırlarla verelim: “Rauf Bey’in, Refet Paşa’nın evinde sabahlara kadar dinlediğim görüş ve düşüncelerini hiç bilmiyormuşum gibi ayakta, kendisinden şu istekte bulundum: Halifelikle saltanatı birbirinden ayırarak saltanatı kaldıracağız. Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz. Rauf Bey ile bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey, odamdan çıkmadan evvel, aynı amaçla çağırmış olduğum Kâzım Kara Bekir Paşa geldi. Ondan da bu yolda konuşmasını rica ettim.”
O tarihlere ait tutanaklara göre Rauf Bey kürsüde bir-iki defa konuşacak ve “üstelik saltanatın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini” önerecektir. Bunun üzerine Atatürk sorgular: “Burada, bir nokta, kafalarda düğümlenip kalabilir. Bana, padişaha bağlı kalmayı borç bildiğinden,sultanlık yerine başka nitelikte bir varlığın konmasına çalışmanın yıkıntı ve büyük acı doğuracağını söylemiş olan Rauf Bey; benim, yeni kararımı öğrendikten sonra ve özellikle kararımdan yana ve saltanatın kaldırılması yönünde konuşmasını önermem karşısında, hiçbir şey söylemeksizin baş eğmiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey, eski kanılarını değiştirmiş miydi? Yoksa kanılarında aslında içtenlikli değil miydi? Bu iki noktayı birbirinden ayırmak ve biri üzerinde tam inanla yargıya varmak güçtür.”
Atatürk; “Efendiler, böyle kuşkulu bir yargıya girişilmektense; durumun anlaşılmasını kolaylaştıracak kimi evreleri, işlemleri ve tartışmaları yüksek topluluğunuza hatırlatmayı yeğlerim.” diyerek konuyu kapatmıştır ancak önce kara dediğine sonra, olayların seyrine göre ak diyebilecek siyasetçilerin çıkabileceği ve niyetlerin sorgulanması gerektiği konusunu da dikkatlere sunmuştur. Günümüz iktidar siyasetinde de pervasızlaşmış bir “ak-kara” sorunu yaşandığı görülmektedir. Diğer yandan muhalefet siyasetinde, tepkide bir ısrarcılık görülemediği gibi toplumun büyük çoğunluğu da bir kara delik misali, her konudaki hukuksuzluğu, yolsuzluğu, ahlak dışılığı soğurmaktadır.
Saltanatın kaldırılmasının tetikleyicisi; Lozan Konferansı’na, İstanbul Hükümeti’nden de bir delege kurul çağırılması idi ve “Vahdettin ve Tevfik Paşa ve arkadaşlarının da böyle bir çağırıyı, Türk milletinin büyük emeklerle, özverilerle elde ettiği yararları küçültmek, belki de anlamsız kılmak pahasına olsa da kabul etmesi yüzünden ileri gelmişti.” Tevfik Paşa’nın; Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafa göre, Büyük Zafer sonrasında artık İstanbul ve Ankara arasında anlaşmazlık kalmamıştır, ulusça birliğimiz sağlanmıştır. (17 Ekim 1922) Atatürk şöyle der: “Yani, Tevfik Paşa demek istiyordu ki, memlekette düşman kalmadı, bundan dolayı padişah yerinde, hükûmet onun yanında; millete düşen bunların vereceği emirlere uymaktır.” Atatürk dehası âdeta yüz yıl sonrasına ayna tutmaktadır.
Tevfik Paşa, “Ankara’dan biraz daha yardım istemek akıllılığını” (!) gösterecek ve “Barış Konferansı’na İstanbul ve Ankara birlikte çağırılacaklarına göre” Mustafa Kemal Paşa’dan “çok gizli direktiflerle” bir kişinin hemen İstanbul’a gönderilmesinin sağlanmasını isteyecektir. Mustafa Kemal Paşa da bunun üzerine Tevfik Paşa’ya iletilmek üzere İstanbul’da Hamit Bey’e bir telgraf çekecek ve “Tevfik Paşa ve arkadaşlarının, devletin politikasını karıştırmaktan vazgeçmemelerinin ne denli büyük sorumluluk doğuracağının apaçık belli olduğunu” karşı taraf bildirecektir. (Nutuk, Belge 261) Telgrafı Tevfik Bey’e bildirmekte kararsız kalan Hamit Bey ise, Mustafa Kemal Paşa’nın bildirdiklerine uygun olarak “Tevfik Paşa’ya üç gün içinde beş kere bildirim”yapacak ve Tevfik Paşa ve çalışma arkadaşlarına, “konferansa delege göndermemeleri için gazetelere, ajanslara, verilmesi gereken bir demeç taslağını” da gönderecektir. (Nutuk, Belge 262)
Atatürk’ün bundan sonraki cümleleri, 1938’den sonra işbaşına gelmiş olan hükümetler açısından bir değerlendirme olabileceği gibi, günümüz hükümeti ve bağlılarının niyet ve istekleri açısından da dikkat çekici olabilir. Şöyle der: “Bütün çıkarlarını kirli bir tahtın çürümüş, çökmüş ayaklarına sarılmakta, yalnız bunda gören Tevfik Paşa ve benzeri paşalardan oluşan Vahdettin hükûmetinin gizli amaçlarını, ne olursa olsun kabul ettirmekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu.” Tevfik Paşa, telgrafına yanıt alamayınca, 10 Ekim 1922’de Başbakan sıfatıyla Meclis Başkanlığına bir telgrafla başvurur. (Nutuk, Belge 263) Yazının içeriği “Osmanlı çağının Tevfik Paşalarına özgü bir biçimde” dir. Atatürk; bu bölümü şu sözlerle noktalar: “Tevfik Paşa ve arkadaşları bu telgraflarıyla, kazanılan başarıların oluşmasına yardım ettiklerinden söz edecek kadar ileri gidebilmişlerdir. Efendiler, Osmanlı Devleti’nin, meşru olmayarak, hükûmeti adını taşımak aymazlığında bulunan, Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa ve benzerlerinden kurulu son Osmanlı hükûmeti üzerinde daha çok durmak yararsızdır.”
Önceden kazanılmış başarılarda pay sahibi olduklarını vurgulayanlar, “bizden önce bir şey yoktu” yaygara ve yalanlarıyla her türlü emek ve başarıyı yok saymaya ve milleti aldatmaya çalışanlar hep olacaktır! Bu nedenle 2023’ün seçimi de bir “hak ve hakkı teslim etme”mücadelesi olacaktır.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu