Bilir misiniz, çok eskiden 1912’lerden sonra Rumeli’nin şehirleri Üsküp, Kalkandelen, Kosova veya Manastır’dan, hatta İşkodra bilemedin Saraybosna’dan akın akın göçler başlandığında gümrükten geçen sandıklar aylar hatta yıllar sonra sahiplerine ulaşırmış. Hatta bazı durumlarda hiç ulaşmazmış da. Vardar nehrini takip ederek göç edenler ise, bu yolculukta hastalanıp yollarda vefat edermiş, çoğu zaman da evlerinden aldıkları emanetleri Vardar’a atıp hafiflermiş belki yükleri. Aslında yüreklerindeki yük her şeyden çok daha ağır olsa da bu şekilde kurtuluruz sanmışlar. Bu yük yüz yıldır aslında yüreğimizde bizim. Kalanların ve gitmek zorunda kalanların yükü o kadar ağır ki, bu gün buralarda sizden ayrı kalmış ama Anadolu kokan bu sokakların her köşesinde bir taş emanet gibi “sakla beni” der. Bu sokaklarda sabahın erken saatlerinde öyle bir koku yayılır ki etrafa, bizden, özden, çok eskileri hatırlatır bize, buralara bağlar bizi, gidemeyişimiz belki bu yüzden, terk edemeyişimiz belki de bu yüzden. Bir sandık neyi ifade eder diye sorsalar bana, emanet derim, saklı kalan bir dert derim, mahrem derim, o sandık yolunu kaybeder ise eğer, yolunu bulur derim, yeter ki sandıklarda sakladıklarımız bizden olsun, işte bizim sandığın hikâyesi de bunun gibi bir şeydi, naftalin kokuluydu, onunla olan muhabbetimiz de Kurşunlu Hanın etrafında başladı…
Kocaman bir sandık ilişti o gün gözüme; her gün dert küpü olmuşçasına kabarıp büyüyordu sanki günden güne. Yanından geçenlerin eteklerine tutuşturuyor kokusunu. Tutunmak istiyor belki de, tanıdık bir yüz arıyor kendine. Biraz ilerde bir düğün halayı tam takım daire çiziyor toprağa. Etraf toz dumandan geçilmiyor yine bu sokakta, çocuklar şeker serpiştirilmiş ekmek dilimleriyle fırlamış mahalleye; farklı dillerde edilen muhabbetler; cılız bir kedinin sesi birbirine karışıyor. Burnumda o koku, tuhaf bir naftaline benziyor. Koşar adımlarla kaçıyorum; hangi yoldu, nereye gittiğimi bilmeden kokudan da seslerden de kaçıyorum. Mahallelerde adını ezberleyemediğim sokaklar çıkıyor önüme…
Küçük küçük kapılar, o kapılardan yalınayak fırlayan çocuklar, peşlerinde onlara yetişmeye çalışan kadınlar önümü kesiyor. Tuhaf bir suçluluk duygusuna kapılıyorum nedense. Ben de kaçıyorum, yalın, kokusuz, gürültüsüz, cılızlaşmış, tuzsuz suyu ile ihtiyarlamış o nehire. Vardar dertli dertli akıyor bugün de. Suyu azalıyor günden güne…
Denizlere bakmayı özlemişim, mavi bir huzura karşı hüzünlenmeyi özlemişim. Hani diyorum İstanbul’a ziyaret vakti gelmiş gibi.
-Elimde bir tek bu var beğenmiyorsan çekip gidersin sen de, diyor Vardar.
-Alınma be Vardar, sana kızamam ki ben, bakma herşeyi o başlattı. O sandık var ya, etrafa bir koku yaydı ki sorma. Türlü garlarda aylarca belki de yıllarca beklemiş belli, kimse gelip almamış onu. Sahibi de yıllar önce göç etmiş. Kaldı şimdi yadigâr; gelene geçene selam yollar. Selamını alıp götürmüyor diye kimse, naftaline boğulup intihar ediyor kendince. Bazen namesini tutturamayıp bir rumeli türküsü söylüyor …
Bir anda durdu Vardar;” e ne derdi var? “
-Açmadım ki içini, açsam neler çıkar kimbilir, oyalı bir yazma, kırmızı bir mendil, eski bir çevre, birkaç meşin, gümüş ayna ve tarak ta cabası. Küflenmiş çarıklar da çıkarsa da bak bu sefer nasıl dökerim suyuna senin hepsini, hele o da yüz yıllık yalnızlığını bana yüklerse dayanamam biterim…
Haklısın dedi Vardar, düşündü sonra düşündü, düşündü… Varsın at hepsini, kurtaralım onun derdini, Vardarım ben nasıl olsa, alışkınım bu sandıklara, bakmışsın dar gelir derdi bana, akıtırım Ege’ye, gider bulur belki dengini. İyi fikirdi belki, vardır kesin bir bildiği. Döneyim de dökeyim içini bitsin artık bu naftalin derdi. Kaldırımlar patır kütür, çarşı kepenkleri yanık bir türkü söylüyor. Az ilerde Üsküp’ün kebapçılarından cızır cızır sesler çıkıyor. Çınar ağacı da bir hayli dertli, çayımdan bugün kimse içmedi diyor. Halil amca almış eline bir değnek ağır adımlarla yürüyor. Selâ mı okundu ne, Murat Paşa Camii’nden bir hıçkırık sesi duydum gibi, inim inim inliyor bugün çarşının her zerresi. Üsküp’ün tek tesellisi, bu yerlerde gizli. Neredeydi bu sandık şimdi, kokusunu yaymış yine etrafa, bulayım da emaneti sahibine yollayalım.
Yolum yokuş, yolum Arasta’dan geçiyor, nefesim ağırlaşıyor, neredeyse yetiştim kaleye, tam önümde eski bir Telegrafhane, buldum işte burada bekliyor. Yüklendim sırtıma “haydi gidiyoruz; kavuşturacağım seni dostuna” dedim. Önce biraz huylandı tabi; burasi eski bir pazarmış önceden; burada millet toplanıp pazarlığını yaparmış, “o gün sattıllar bizi” diyor sandık. Kendince bana hikâye anlatıyor, sahibi genç bir kızmış, ailesi göç etmek zorunda kalmış, bunun bir sevdiği mi ne varmış, ama kaderi ayrılmakmış, toplanmış hepsi buraya, pos bıyıklı bir asker gelmiş, “gidin terkedin buraları, sizi bu topraklardan temizleyeceğiz, sandıklarınızı da burada bırakın gümrükten geçecek hepsi, biz yollarız onları size” demiş…
-Ne bitmez derdin varmış, var git Vardar seni bekliyor, buraları düşünme, “emanetin” değerini bilenlere selam söyle…
Söylene söylene yetiştik anlaştığımız yere, Taş Köprüye çıkıp attım onu en derine. Omuzlarımdaki ağırlık o gün de olduğu gibi hâlâ duruyor sırtımda…
-Git haydi, su gibi sen de, akıp yolunu bul.
Attım kurtuldum…
-Sen bana bırak gerisini, dedi Vardar. Evel Allah buluruz sahibini. Baktım ona uzaktan, güle oynaya gidiyor, “bu topraklar size emanet” diyor…
Aylar sonra Vardar anlattı, meğersem Ege’ye akmış, kıyıya yaslanmış, oradan geçen bir tüccar onu almış, gitmiş İstanbul’da bir eskiciye satmış, eskici ne anlar onun derdinden bakmış naftalini boğuyor, bırakmış Sirkeci Gar’ına nasıl olsa çıkar bunun da bir alıcısı… Gel zaman git zaman küçük bir kız bulmuş onu. Çocuk merakı ve cesareti işte açmış hemencecik onu. Bakmış eski tanıdık bir fotoğraf, annesini çağırmış, fotoğrafta ki resim annanesine aitmiş, hıçkırıklar Sirkeci Garı’nda yankılanmış, sandık sevdiğine kavuşmuş, bir mendil, bir çift deri çarık, oyalı bir yazmaya sarılmış bir mushaf ve kırık bir ayna varmış….
Yıllarca hep Balkan topraklarını terketmek zorunda kalıp Ana Vatan Türkiye’ye göç edenlerin hikâyesi anlatılır. Bu toprakladan oraya göç edenlere göçmen veya muhacir denir. Oysa aynı vatanın evlatlarıyız biz, bir zamanlar Anadolu’dan buraya gelen akıncıların torunlarıyız biz. Anneme ne zaman aslen nerelisin diye sorsam, dedelerinden bahseder. Babağannemin babası Horasanlıyız diyormuş. Herkesin ailesinde böyle izlere rastlarsınız mutlaka, Konya, Karaman, Karadeniz, Bursa, Horasan diye devam eder öyküler…
Babamdan ayrı bir hikâye dinliyorum, Deli Mahmut’tan bahsediyor yine geçenlerde, dedemin öz dayısından. Bu topraklardan katılan binlerce kişiden biri gibi o da, Çanakkale’de savaşmış bir gazi, Deli lakabını da orada almış, deli gibi savaştığından herkes ona Deli Mahmut diyormuş. Sonra hiç dönmemiş geriye. En son 1939 yılında dedem kendisini ziyaret etmiş, iki kızı varmış, sonra uzun bir sessizlik ve kimsesizlik…
Omuzladığımız son savaş Çanakkale’den sonra herkes kendi derdine düşmüş. Bizler burada onlar orada. Göç durur mu hiç, dalga dalga, dönem dönem bu toprakları terkedenlerin sayısı artmış. Gitmeselerdi, direnselerdi bizim gibi keşke ama yaşanılanlar öyle acı ki, hangi birini durdurabilirsin. Velhasıl, bütün bu göçlerin yaşandığı sırada hiçkimse sahiplerine ulaşamamış sandıkların, hikâyesini anlatamamış. Tren garlarında ya da kimbilir nerelerde, yük olmasınlar diye de sahiplerine, çoğu da Vardar nehrine karışıp gitmiş. Vardar ovası da bu göçler esnasında birçok hikâyeye ve acılara tanıklık etmiş. Üsküp’ten Selanik’e kadar uzanır bu acılar, oradan sonra da yoluna devam eder. Vardar nehrinde yüzen Evlad-I Fatihan’ın umut ve duaları da Ege denizinin dalgalarına karışıp tekrar Anadolu’ya ulaşır. Anadolu’dan bize gelen duaları ise o topraklardan Rumeli’ye gelen Yiğitlerin (Yiğit Paşa- Üsküp’ün Fatihi ) yaptırdığı camilerin minarelerindeki ezan seslerinde işitiyoruz bu gün. Bu ezanlar ki bizi namaza çağırırken tarihin ve bugünün derin yankılarını da bizlere haykırıyor…
Leyla Şerif Emin