Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’dan Havza’ya giderken, Kavak bucağına doğru tırmanan hurda otomobil yine arıza yapar. Araçtan inerler ve az ileride çift süren yaşlı köylünün yanına giderler. Mustafa Kemal, yaşlı adama memleketin içinde bulunduğu ağır durumu anlatmaya başlar ancak yaşlı çiftçi kös dinlemektedir. Mustafa Kemal sonunda, “Düşman Samsun’a asker çıkarıp buraları da ele geçirecek,” deyince yaşlı adam “Paşa, Paşa, sen ne diyon!” diyerek âdeta patlar. Yaşlı köylü iki kardeşini ve iki oğlunu Yemen’de, Kafkasya’da, Çanakkale’de şehit vermiştir. Bakmak zorunda olduğu sekiz öksüz çocuk ve üç dul kadın vardır. Şöyle der yaşlı çiftçi: “Hepsi benim sabanımın ucuna bakar. Şimdi benim vatanım da yurdum da nah şu tarlanın ucu. Düşman, oraya gelinceye dek benden hayır yok!”*
Haziran 1919… Mustafa Kemal Havza’dadır. Yaşlı çiftçinin sözleri kulaklarındadır, ne demek istediğini anlamıştır. “Makinanın başında bekliyorum,” sözleriyle telgraf çekmeye, gelen telgrafları cevaplamaya başlar. Bir telgrafında, 17. Kolordu Komutan Vekili Albay Sami Bey’e şöyle yazar; “Kısa sürede ülkeyi düzenli ve güçlü bir örgüte kavuşturmak zorundayız.”
Havza’da “kutsal amaç için işbirliği” yapılmaktadır. Müftü Abdurrahman Kâmil Efendi vaazında şöyle der: “Yegâne kurtuluş çaresi, halkın doğrudan doğruya egemenliği eline alması ve iradesini kullanmasıdır. Hep beraber Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında toplanarak vatanı kurtaracağız.”
Havza’dan hareketle Amasya’ya geçen Mustafa Kemal bir taraftan, gelen heyetlere; “Hep beraber aziz vatanımızı ve bağımsızlığımızı kurtarmak için bütün gücümüzle çalışacağız… Ortada İttihatçılık, İtilâfçılık yoktur; memleket meselesi vardır.” diyecek diğer taraftan da İngilizlerin baskısıyla kendisini ısrarla İstanbul’a çağırtan Padişah’ı uyaracaktır: “… Eğer zorlanırsam görevimden istifa ederek önceden olduğu gibi Anadolu’da ve milletin sinesinde kalacağım ve vatanî görevime bu kez daha açık adımlarla devam edeceğim.”
Bu arada İngiliz Yüzbaşı Hurst İstanbul’a bir rapor göndermiştir: “Mustafa Kemal Trabzon ve Erzurum bölgelerini ziyaret etmek istediğini bildirdi.” İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe Mustafa Kemal’in geri çağırılması için Hariciye Nezareti’ne iki kez başvuru yapacak ve 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği bir talimatla 3. Ordu Müfettişliği adını alacaktır.
Mustafa Kemal şöyle yazar Cevat Paşa’ya: “Hükûmetin her teklif ve müdahale karşısında, direnme gösteremeyişi cidden üzüntü verici ve şaşırtıcıdır.”
Ülkemizdeki temel sorun da bu “direnmemek” değil midir?
Yeri geldiğinde “iç ve dış güçler” hamasi söylemleriyle kükreyenler, “aptallık etme” sözlerini yutmakta bir beis görmezler. 1915 olaylarını “Ermeni Soykırımı” olarak tanımlayanlara bile sert tepki vermekten kaçınırlar. Daha doğrusu kaçınmak zorunda kalırlar, öyle ya boş döviz kasalarıyla kabadayılık yapmak kolay mıdır? Zaten artık yüz yüze görüşülmüş, ne istenirse verilmiş ve bir “hamd olsun” la olaylar tatlıya bağlanmıştır. Ne gam!
Amasya Tamimi’ne günler kalmıştır. Mustafa Kemal yine bir telgraf çekecek ve şöyle diyecektir: “Anadolu’ya geçişimden şimdiye kadar en çok önem verdiğim taraf, milletin geleceğinin ve hayat hakkımızın ancak milli birlikle kurtarılacağını anlamak ve bunun için her çeşit siyasî ve kişisel ihtiraslardan uzak ve yalnız milleti hür ve müstakil yaşatmaya yönelik örgütün yani Müdafaa-i Hukuk-u Milliye’nin her bucağa varıncaya kadar yayılması esaslarını hazırlamak oldu…”
***
Yüz yıl öncenin yolu bugün için de aynen geçerlidir. Anahtar kelimeler ise bellidir: geleceğimiz ve hayat hakkımız için milli birlik, siyasî ve kişisel ihtiraslardan uzaklık ve örgütlenmek!
Bugünün siyasetçileri telgraf başında saatler geçirmek zorunda değiller. Bir komutla binlerce insana ulaşmak artık “cep” te görünüyor ancak yeterli olmadığı da ortada. Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyenlerin ülke çapında “örgütlenmek” de görevleri olmalıdır.
Yüz yıl geçti ve biz yine bir “memleket meselesi” ile karşı karşıyayız. Artık kurucu rejimle yani parlamenter sistemle yönetilmiyoruz. Kuvvetler ayrılığı gibi kavramlar rafa kaldırıldı, fren ve denge mekanizmaları çalışmıyor. Kararnamelerin başkanlığı her alana hâkim. Toplumun bir kesimi siyasilerden umudu kesmiş gibi görünüyor ancak baskı unsuru olmak için harekete de geçmiyor. Diğer bir kesimi kendisi dışında bir kurtarıcı bekliyor yani işi havale etme kolaycılığına kaçıyor. Kalanı ise mevcut çark durur da aç kalırım korku ve endişesiyle duymuyor, görmüyor yani vatandaş ifadesiyle, “ses etmiyor”; büyüklerimiz bilir diyor.
O gün vatanı kurtaranlar; günümüz sözde din adamları tarafından hayasız saldırılara maruz kalıyorlar. Cumhuriyet’in maddi-manevi her türlü nimetinden yararlanıp yönetimleri ele geçirenler de, gömüldükleri altın yaldızlı koltuklarından “ses etmemeyi” siyaset biliyorlar.
Sadece yöneticiler mi bu durumdadır? Müsilajın yani salyanın ekranlardan, kamera arkalarından oluk oluk aktığı ve her yeri kapladığı ülke arenasını iştahla izleyen geniş kitlelerde bir direniş görüyor muyuz? Muhalefet yapanlar, deyim yerinde ise bir elin parmaklarını geçebiliyor mu?
Mesele; memleket meselesi ise bu memleket meselesini zihniyet meselesi yapabilmek lazımdır, gerisi ayrıntıdır!
Canan Murtezaoğlu