İktidarın hedefi toplumu serseme çevirip umudu kırmaktır, oyuna gelmeyelim diye yazdığım bir not cümlesini, şöyle sürdürmüşüm: Gücün, laik Cumhuriyetdeğerlerine inanan siyasî cephede toplanması istenmiyor ve bunun gereğini yapmakta kararlılar. Umudu ayakta tuttuğumuza inanmak için aklımızı zaman zaman dışlayabiliyor, birçok yanlışı da görmezden gelebiliyoruz. Batı’nın, Atatürk Cumhuriyeti ile kavgası bitmedi, biliyoruz. Matematikte dört işlem var ancak ülkemizde sadece ikisi kullanılıyor: çıkarma ve bölme. Bu işlemler için kurgulanan senaryoları da biliyoruz.
Batı şunu da yapıyor: 2020’de Sosyal İkilem(Social Dilemma) adlı bir belgesel film gösterime girdi. Konu, sosyal medya kullanımı ve madalyonun diğer yüzüydü ve özü şu cümleydi: “Toplumun yapısını istikrarsızlaştırmak ve yıkmak için araçlar yarattık dünya üzerinde, her yerde ve aynı anda…” Bu durumu toparlamak için sadece demokrasi sosu yetmez. Gücü elinde tutan dincilik musibeti sürekli yayılıyor. Oysa bunun panzehiri vardır! Panzehir, ulusal örgütlenmeyle sokak başlarını dahi tutmak, ülkeyi karış karış sahiplenerek halkı uyarmak ve suyun başına geçmek için çalışmaktır. Mustafa Kemal Paşa, İzmit’te gazetecilere; ““Ulusal amaç belli olmuştur. Ona ulaşılacak yolları bulmak zor değildir…yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: çalışkan olmak.” (16 Ocak 1923) derken, yolun nasıl yürünmesi gerektiğini açıkça ifade etmiştir.
Filmin şeridini hızlıca biraz geriye doğru saralım. Haziran 2015 seçiminde AKP iktidar olmak için yeterli oyu alamadı çünkü Batı’nın gözünde raf ömrü dolmuştu. Kendini büyütmek yerine HDP’yi desteklemeyi tercih eden CHP de yine psikolojik sınıra takıldı. Birtakım görüşmeler, oyalamalar, göz boyamalar, patlamalar derken AKP Kasım 2015’te oyların neredeyse yarısını alarak (%49.5) iktidar oldu! 16 Nisan 2017’de yapılan ve 3 büyük ilde “hayır” ın çıktığı ancak sonuçta “evet” in kazandığı referandumla birlikte hükümet etmenin yöntemi değişti. Haziran 2018’de hem cumhurbaşkanı hem de milletvekili seçimleri yapıldı. Ana muhalefet oy oranıyla 2015’in de gerisine düşerken iktidar da şişirilmiş/desteklenmiş oylarını kaybetti ve eski yerine döndü. Ancak, ülke yönetimi artık “tek adam” ın elindeydi. 2019 Yerel Seçimlerinde, muhalefet adaylarının “halkçı”kişilikleri, partilerin ortak aday üzerinde birleşmeleri ve örgütlerinin çalışmalarıyla sonuç alındı ancak belediye meclislerindeki çoğunluk yine iktidarda kaldı. “Tek adam”rejimi kendini hatırlatmak için “kayyum kılıcı” kullanmaya başladı ve bu kılıç hâlâ “yerel yönetimler” in üzerinde…
Ve 2020… Notlara devam edelim… Dünyaya ve ülkemize göktaşı gibi bir “Covid-19”çarptı. Hayat önce durma noktasına geldi, birçok şey ertelendi; dengesiz, belirsiz bir sürece girildi. Küreselleşme sürecini yaşayan dünyanın, virüsü de kendine benzeyecekti pek tabi ki. Covid-19 insanın vücut küresinde tahrip etmediği hücre bırakmadı; kendini her gün farklı bir yüzle tanıtmaya da devam ediyor.
Kelepçeli şekilde yere yüzüstü yatırılan ve polisin, dakikalarca dizi ile boynuna bastırdığı şüpheli George Floyd, öldürülmeden önce “nefes alamıyorum” diye yalvardı ancak duyan olmadı. İlginç ve ibretlik zamanlardan geçiyoruz. Covid-19 hastaları da “nefes alamıyorlar” yoğun bakımlarda! Demek insanoğlu “nefes alma” nın ne anlama geldiğini henüz öğrenemedi! Çok bunaldığımızda söylenen, “biraz nefes al”ifadesi hayatımızın artık odak noktası haline geldi ancak Covid-19 da anlatamadı nefes almanın önemini! Evler, saraylar hapishane oldu ama yönetenler pek de umursamadı; kendilerine dokunmadığı sürece yılanlar bin yıl daha yaşayabilirdi. Oysa daralan sadece nefeslerimiz, bedenlerimiz değildi; daralan özgürlüğümüz, ruhumuz, yaşam hakkımızdı!
Saray’ın halkla bağları neredeyse koptu, halka ulaşanların önünü kesmek ise tek hedefi oldu, diye düştüğüm not şöyle devam etmiş: İktidar, erken seçim sakızıyla yandaşını, oylarını diri tutmak için oyun kurmaya devam ediyor. Zaten ibadete açık olan Ayasofya’yı tekrar açarak ya da zaten imzalamış olduğu İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ederim diyerek laik kesimi de “din” ve “kadın” üzerinden oyalamayı sürdürüyor. Kâbe bile kapatılmışken, Diyanet Başkanı dahil “bazı seçilmişler” Beştepe Millet Camisi’nde Cuma kılıyor. Bu “ayrıcalıklı Cuma” ile herhalde “Saray arkamda” mesajı veriliyor! Kur’an ruhbanlık, seçilmişlik, üstünlük kabul etmediğine göre, bu “Cuma” kim adına kılınıyor? Diğer yandan minberde kılıç şov yapılarak Türk milletine aba altından sopa mı gösteriliyor? Ne ilginçtir ki, kazanması hararetle beklenilen Trump da Beyaz Saray önünde protestolar başlayınca yani sıkışınca İncil’i eline alıp kiliseye yürümüş. Riya ve şirk zihniyeti belli ki ne Doğu tanıyor ne Batı! Kur’an sayfalarını mızraklara takıp savaş alanında yürüyenler, Kur’an’ı miting meydanlarında sallayanlar, türbe önlerinde poz verenler hep bu kök hücrenin uzantılarıdır. Virüslerle başa çıkabilen insanoğlu ne yazık ki riya virüsüne hep yenik düşüyor, çare bulamıyor. Oysa çare var; dürüst ve samimi olmak…
Diyanet buyurmuş ki: namazınızın farz kabul olması için, namazda okuduğunuz ayetleri Arapça okumak zorundasınız. (basın) Bu bir dayatmadır! Önce şu soruyu soralım: bugün ülkemizde namaz kılanların kaçı tekrarladığı ayetlerin anlamını bilmektedir? Cevap; “bir elin parmaklarını geçer mi sorusu” olacaktır. Böyle bir farzın olmadığını Kur’an meali okuyan herkes bilir. Ayrıca Nisa Suresi 43’te şu ifade geçer: “ne dediğinizi bilene kadar… namaza yaklaşmayın…” Yani ibadetin aslı, ne dediğinizi bilmektir! Ayetin, “Ey inananlar! Sarhoşken…” diye başlaması da ilginçtir. Yorumu okuyucuya bırakıyorum.
O günlerde basında çıkan haberlerden aldığım notlar da ülkedeki zihniyetin fotoğrafını gözler önüne sermiş. Bir-iki örnek verelim… Şeyhler, şıhlar, daha iyi sarık saracağız diyorlarmış… Umre karantinasından kaçan 28 kişi Çorum’da yakalanmış… Cübbeli Ahmet hocanın, günde 132 kez okunması gereken “bulaşıcı mikroplardan korunma duası” varmış… Koronavirüs Türklere bulaşmıyormuş… Koronavirüs için alınacak tedbirler hakkındaki araştırma önergeleri AKP ve MHP oylarıyla reddedilmiş…
Dincilik ve riya konusunu, değerli gazeteci-yazar Murat Yetkin’in “Meraklısı için Casuslar Kitabı” ndan bazı bilgilerle bitirelim. Notlarım şöyle: Doğu’nun ve de özellikle Batı’nın sakallı/sakalsız ajanları ülkemizde hep at oynatmıştır. Ünlü ajan Kim Philby, İngiliz istihbaratı MI6’in Sovyet masasının başındayken Sovyetler hesabına çalışan KGB köstebeğidir ve 1947’de Türkiye’de görevyaptığında Boğaz’da kırmızı aşı boyalı bir yalıyı 700 liraya kiralar. O yalının sahibi ünlü bir hanım da az ilerideki bir yalıyı sadece 60 liraya kiralayacaktır. Kiralanan yalının sahibi hanım, Necip Fazıl ve Abdülhak Hamit’le sıkı fıkı dostluklarıyla biliniyor ve “tasavvufun çağdaş temsilcisi ve Mevlevî” olarak nitelendiriliyor. Şu soruları sormuşum: Kim Philby, neden özellikle o yalıyı seçti, bağlantı nasıl ve kimler tarafından kuruldu ve Abdülhak Hamit’in İngiliz eşinin (ikinci eşi) acaba bir rolü oldu mu?
Yeri gelmişken Gazi’nin şu sözünü de verelim: “… Fakat efendiler, zaman her şeyin, her gerçeğin, tarihin samimi sinesinde incelenmesine olanak hazırlar.” Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı eserinde yazdığı gibi; “1913’te bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantezi romanlarında bile yeri yoktu.” ifadesi ne kadar da doğru ve anlamlıymış…
Kurultay’ını yapan Ana Muhalefet ise örgütünün büyük umutlarla beklediği yapısal değişimlerden hiçbirine dair bir ışık yakmadı, belki de örgütü kendini iyi anlatamadı. İktidardan kopuşlar ise henüz beklemede; anketlerdeki kararsızlar oranı her geçen gün artıyor. Seçime girmiş diğer partilerde ise karşılıklı “dön bana”, “dönmem sana” sözlü atışmaları yaşanıyor. Yurt dışından da “ben de geliyorum” sesleri duyuluyor! 2020’de ve sonrasında gözlemlediğim Türkiye siyaseti bana hep; “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına, ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına…” dizelerini hatırlatıyor. Yolcu da olsak hancı da olsak, “önce halk” diyerek yürümezsek bu nasıl yürümektir! Gerisi iktidarın sakızını çiğnemektir.
Elazığ ve Ege Denizi depremleriyle sarsıldığımız, 2020’de dünyada en fazla deprem ölümünün ülkemizde yaşandığı da notlarımın arasında. Şöyle devam etmişim: Prof. Dr. Naci Görür müthiş bir deprem dersi verdi; merkezî idareye, yerel idareye ve halka! Kimse masum değil! Deprem, çığ, kaza, bela, vs. Allah bunlardan sorumlu değil. Sorumlu olanlar; aklını kullanmayı inatla reddedenler, bilimden kaçanlar, dediğim dedik yapılara hizmet edenler, yanlışa yanlış demeyen siyasetçilerdir. Deprem öldürmüyor, bir türlü değişmek bilmeyen zihniyet öldürüyor. “Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder!” demiş atalarımız. Yayarım siyasetçi? O da maazallah ülkeyi yerle bir eder! Cumhuriyet tarihi boyunca bu “yarım” ları hep gördük, görmeye de devam ediyoruz…
2020’nin son notlarını da satırbaşlarıyla vererek bu yılı kapatalım. 21 Aralık haftasında Jüpiter ve Satürn sıra dışı biçimde yakınlaştılar ve tek bir gezegen gibi parladılar. Yeni yılın ruhunu yansıttılar âdeta; birleşin, paylaşın, işte o zaman parlayacaksınız, dediler… Ama insanoğlu için ne mümkün!
Ben evrenin adaletine ve hayatın payına inanan bir insanım. Birileri plan yaptığında bakıp durursanız, sizi de o planın parçası haline getirirler. Değişim isteniyorsa yapılması gereken, bulunduğumuz yerde oturup kalmamak, Mustafa Kemal Atatürk gibi halkla birlikte yürümektir.
Canan Murtezaoğlu