İNSAN NE İLE YAŞAMAZ?

Büyük Rus yazar Tolstoy’un ‘’İnsan Ne İle Yaşar?’’ kitabını okuyanınız çoktur.  İnsanın sevgi, barış, merhamet, hoşgörü gibi değerli ana izlekler ile yaşamasının en güzel yaşam şekli olduğunu iliklerimize kadar hissettirir bizlere. Bir nevi spiritüel bir bakış açısı ile bakar dünyaya; bilişsel ve manevi hayata odaklı gözlemlerini ve hissi derinliğini yansıtır bizlere.

İnsanın ne ile yaşayacağı sorusuna zıt bir açıdan bakarak, ‘’İnsan ne ile yaşamaz?’’ , ‘’Ne ile yaşamamalı?’’  bakış açısına düştü benim kelimelerim de. Gözlemlerim ise, insanın kendine verdiği en büyük zararlardan biri olan hasetlikte karar kıldı. Kendine ve etrafına. Fesatlık ve kıskançlık;  insanın kendi kendini kemirmesine, kendini geliştirmek rakibini aynadaki kişi olarak konumlandırmak yerine hep başka muhataplar aramasına, neye sahip olursa olsun başkasının sahip olduğu güzel şeylere öfke ile bakmasına sebep olur. Ağaçta yaşayan, ondan beslenen her gün ondan bir şeyler eksilten artık onu kurutmaya başlamış, zararlı bir böcek gibi.

Elbette insanın hak ettiğini, layık olduğunu göremediği anlar vardır. İyi bir konuma gelmenin, iyi şeylere sahip olmanın, iyi paralar kazanmanın aslında iyi özelliklere sahip olmak ile pek de paralel olmadığını gösteren bir sürü örnek. Ne yazık ki… Ama bunun farkında olmak çok insani ve normal bir şey iken; başka insanlara, sebep ne olursa olsun, fesatlık yapmayı huy edinmek zarar verici olabilecek apayrı bir şeydir. Zaten fesat insanlar istediklerine kavuşsalar bile içlerindeki kıskançlık veyahut ötekileştirme, eleştirme dürtüsü bitmez.  Ne demişler: ‘’ Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışır.’’  İnsan daha çok kendine odaklanabilse, kendi hayatı ile meşgul olabilse bırakırdı belki de başka insanların hayatlarına bu kadar odaklanmayı.

Son zamanların bilinen sosyal ağ terimlerinden biri olan ‘’Sosyal medya zorbalığı’’ hususu da, kaynağının bir kısmını buradan alıyor diyebiliriz.  Hiç düşünmeden, ölçüp tartmadan, karşıdaki insanın tek bir detayına takılı kalıp da tablonun geneline bakmadan yazılan, kıskançlık veya ötekileştirme içeren, mantıklı sebeplere dayanmadan yapılan yorumlar öyle çok ki sosyal platformlarda. Hepimiz şahit oluyoruz.

Eleştiri doğru üslup ile yapılıyor, mantıklı sebeplere dayanıyor, eleştirilen kişi de tek yönlü değil de daha geniş bir yelpazeden gözlemlenmiş ise, o eleştiri kıymetlidir. Ama tam tersi bazen öyle yorumlar, öyle subjektif bakış açıları baş gösteriyor ki, karşıdaki hiçbir güzelliği takdire şayan onca şeyi görmemek için direniyor adeta, içine fesatlık ateşi düşmüş şahıslar. Belki de reel hayatta karşısına çıksa yüzüne söyleyemeyeceklerini oradan nakşetme, eleştirdikçe haz alma derdindeler.

Nedense sosyal medyada, özellikle de instagramda ya bir nefret dili hâkim ya da tam tersi abartılı tuhaf bir sevgi dili. Hiç tanımadıklarına anlamsız sebepler ile nefretlerini kusabilenler olduğu gibi; bir yandan da gerçekte görmedikleri, hangi iyi vasıfları taşıdıklarına emin olmadıkları insanlara abartılı bir sevgi ve hayranlık ile taşanlar var. Bir insanı beğenmek, takdir etmek veya başarısız bulmaktan çok daha ötede bahsettiğim bu durum.

Bu bana ‘’Schrödinger’in Kedisi’’(Kâbus) adlı romandaki siyah-beyaz ayrımlarında ve uçlarda ısrar eden, gri rengin varlığından bihaber yetişen neslin anlatısını anımsatıyor. Alev Alatlı bu dev romanında, düşünebilen her Türk insanının okumak isteyeceği, anti-ütopya özelliğini derinden hissettiren fikirlere yer veriyor.

Siyah ile beyaz gibi zıt olmak değil, siyah ile beyazın bir arada yan yana iken renk olarak ne kadar güzel bir ahenge sahip olduğunu görmekte marifet. Ya da siyah ile beyaz arasında başka bir sürü rengin bir sürü tonun olduğunu anlayabilmek. Marifet griyi de görmek ve bulmak. İlla da nefret etmek veya aşırı sevmek, delice hayran olmak değil. Başka yollar da olduğunu anlamak. Ötekileştirmek, nefret söylemleri sunmak, kıskanılan veya farklı bulunan şeylerin üzerini çizmek veya kişilere fesatlık beslemek yerine siyahla beyazın, olumlu ile olumsuzun bile bazen aynı potada eriyebileceğini görebilsek ah keşke! Zıtlıklar da, istenirse, amaç ve payda olumlu çıkarımlar üzerine ise aynı potada buluşabilir. İlla da uçlardan birini seçmek zorunda neden olsun ki insan? Gökkuşağı nasıl ki tek renkten oluşmadığı, içerisinde birden çok renk yer aldığı için böyle büyülü ise; hayat da insanda tek düze veya uç seçimlerde var olmak zorunda değildir. Orkestra kültürümüzde kanun ile çello, ney ile keman bir arada iken nasıl daha bir güzel ise, insan da siyah ve beyazın arasında birçok renk seçeneği olduğunu artık anlamalıdır. Itri’nin de Beethoven’in da kendi dallarında ve yetkinliklerinde ayrı birer mihenk taşı olması; insanların illa da birini seçmek yerine, ikisinin de tadına ayrı ayrı varması gibi…

‘’İnsan Ne İle Yaşamaz?’’ yani ne ile yaşamamalı? Sorusuna verilebilecek en güzel cevaplardan biri de ‘’Umutsuzluk’’tur bence. Umutsuzluk ile yaşamamalı insan; umut gitti mi her şey gider. Geriye kalan korkuluklarımızdır aslında. Yaşamak ayrı şey, nefes almak ayrı şey, hayatını sürdürmek ayrı şey.

Hepsi aynı sanılıyor, ama ayrı be arkadaş ayrı! Yaşamak için, yaşadığını hissetmek için de umut gerek insana. Umut varsa, yaşamak vardır, yaşamak hevesi. Etrafımızda engelli ve hayat dolu mükemmel birçok insan var. Engel kalpte ve vicdanda değil ise engel diye bir şey zaten yoktur. Onlardaki umut her engeli aşabiliyor çok kez gözlemledim bunu. Onların umudu onlara göz, kulak, bacak, kol oluyor. Ağır hastalığı olan, tedavi gören birçok insanın hayata karşı takındığı güçlü ve güler yüzlü tavır, belki de hastalığı yenmesine büyük katlı sağlayan o moral, umutsuzluğun ‘’İnsanın ne ile yaşamaması?’’ gerektiğine dair en iyi cevabı niteliğindedir.

Biliyor muydunuz intiharların en büyük sebebinin, tüm umutların yitirilmiş olduğuna inanılması olduğunu? Yapılan birçok araştırma da bu tezi desteklemektedir. Yaşayan bir ölüdür, umudunu kaybetmiş her insan. Çünkü insan bir şeyler umut etmek ister, emekleri karşılık bulsun ister, güzel şeyler olacağına dair bir umut ister içinde bir yerlerde; bir şeylere tutunmak ister hayata tutunmak ister aslında insan.

Yaşadığımız her olumsuzluktan sonra kendimizi umutsuzluğa kapılmış hissederiz, bu duyguyu öyle iyi biliyorum ki.  Sanki o acıyı koca dünyada bir tek biz yaşıyormuşuz gibi. Yeniden eskisi gibi olabilecek miyim, hayatım her konuda ne zaman yoluna girecek? Soruları döner durur zihnimizde. Yakar adeta beynimizi. Fiziksel bir hastalığımız olmasa da, içinde bulunduğumuz umutsuzluk kendimizi daha yorgun üzerimizde bir kırıklık varmış gibi hissetmemize yol açar. Bıraksalar günlerce yataktan çıkmayasımız gelir bazen, o histen vuku bulur.  Psikolojide umutsuzluğun, nevrozlu kişilerin mutluluklarını gölgeleyen, yapacağı her güzel işe bahaneler ile ara verdirebilen, hayatın varlığından uzaklaştıran bir olgu olduğu da ısrarla vurgulanır.

Ben… Sen… Hepimiz. Birçok kez yaşamış da olsak umutsuzluğu, hatta o derin çukura düşmüş ve yolumuza bir süre zifiri karanlıkta devam etmek zorunda kalmış da olsak; eminim ki hepimizin içinde bunu aşacak bir güç vardır. Hayat devam ediyorsa her zaman bir umut da var demektir, tıpkı umut varsa hayatın da devam etmeye bir sebebinin olması gibi.

Benimle yeni tanışan, konuşan, beni dinleyen veyahut beni yıllardır tanıyan bilen insanların benim iyi yerlerde olmayı ne kadar hak ettiğimi objektif bir bakış açısı ile söylediği o bendeniz, iki yıl işsiz kaldım. Tam anlamıyla istediğim gibi bir işe sahip olamadım. Mutlu olmayacağım, bana uymayan bir işte çalışmayı ise hiç düşünmedim bile. O yüzden bazılarını da ben reddettim. Başvurduğum, çok istediğim bazı yerler de önce beni çok beğenip sonra yerime yakınlarını aldılar. Nasıl da üst üste geldi birçok şey. Kendi mücadelem, kendi hakkım, kendi yeteneklerim ile başarmaya çalıştım bu hayatta ben çoğu şeyi, ama ‘Çok önemli bir yerlerde akrabalarım yoktu’ neticede! Çok kez sorguladım kendimi, işleyişi, kapıldım defalarca umutsuzluğa.  Niye üniversite okuduğumu, sonrasında kendimi neden geliştirdiğimi, sadece edebiyat değil başka alanlara da neden eğilim gösterdiğimi, her şeyin boş olup olmadığını sorguladım, sorguladım da sorguladım. Tepesinde pür neşe pür güneş de olsa, içinde umut azsa hava kapalıdır o insan için. Bunu iyi biliyorum. Hak etmediğim bir durumda idim ben de. O anda tek düşündüğüm bu idi. Maddi ve manevi olarak stres yüklü olmanın yanı sıra, sanırım bana daha çok acı vereni kendimi ve yeteneklerimi gerçekleştirememekti. Kendime ve topluma yararlı olamamaktı, istediğim meslek aracılığıyla.

Yaşadığım olumsuzluklara ve umutsuzluğa odaklanmak, resmin bütününe bakmamı engelliyordu. Hem hiçbir şeyi değiştirmiyor hem de benden ve yaşama hevesimden eksiltiyordu. Bunu fark ettim. İstediği gibi bir işe sahip olamayıp bir süre işsizlik yaşayan elbette bir tek ben değildim, çok fazla üniversite mezunu donanımlı işsiz ve umutsuz genç vardı güzel vatanımda. KPSS ve öğretmenlik idealimden, isteğimden ise zaten çoktan vazgeçmiştim. Bir yıla yakın özel bir okulda öğretmenlik yapmak aslında beni mutlu etmişti. Kendi mezun olduğum bölümüm edebiyat öğretmenliği de olsa ben yolumu ve kariyer planımı başka yöne çizmiştim artık. Böyle olması gerekti, mutsuz da değildim aslında. Edebiyat ile, yazmak eylemi ile iç içe olma durumu benim için zaten hiç değişmeyecekti ki. Ne işimde ne günlük yaşamımda ne de ruhumda ve fikrimde.

Hiçbiri boşuna değildi, hiçbir kazanım boşuna değildir esasında. Sadece umutsuzluğa o hissin kendisine takılıp kalırsanız, bir umudun var olduğunu zaten göremezsiniz. Uğraştığımız o yol çıkarmaz belki de bizi aydınlığa, ama diğer bir kapı açılır belki de o çıkışa. Umut varsa hayat vardır, yol vardır, emek vardır. Bize iyi gelecek doğal antideprasan etkili faaliyetler vardır. Umudumuzu tekrar kazanmak için iyi birer yol gösterici ve tedavi edici destek ünitesi olabilir birçok şey bu hayatta. Hayata tutku ile umut ederek bakmak, her sorun yaşadığımız anda umutsuzluğa kapılmaktan daha karlı bir yatırımdır işin aslı. Zaten hayat satranç misali, en son ve en iyi hamleyi yapmayı çok seviyor.

Hiçbirimiz kusursuz varlıklar değiliz. Ben de dâhil olmak üzere hepimizin bir sürü hatası var. Semenderleri bilirsiniz belki, çok ilginç hayvanlardır. Bacakları koptuğunda yeniden gelişebilirler. Denizanaları ise vücutlarını yeniden büyütebilen bir canlı türüdür. Bu tarz bir iyileşme metodu yani zarar gören parçaların yenilenmesine bilim dünyasında ‘’rejenerasyon’’denilmiştir.

Evet, bizler uzuvlarımızı tam olarak bu şekilde yenileyemeyebiliriz, ama zarar gören yanlarımızı ve yara aldığımız yumuşak karınlarımızı bizler de iyileştiriyoruz ve yeniliyoruz. Umutsuzlukları, yeni umutlara dönüştürerek…

 

Bunları da sevebilirsiniz

İNSAN NE İLE YAŞAMAZ?” için bir yorum

  1. harika bir yazı olmuş. tamda bu dönemi anlatıyor sanki. çok derin ve donanımlı bir metin tebrkler

Yorumlar kapatıldı.