“…Sultanlarla, halifelerle yönetilen memleketlerde vatan için, millet için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin düşmanlar tarafından satın alınmalarıdır. Bu çoğu kez kolayca sağlanabilmiştir.” der Atatürk Nutuk’ta ve şöyle devam eder: “Meclislerle yönetilen memleketlerde de en korkulacak konu, birtakım mebusların yabancılar adına ve onlar hesabına çalınmış ve satın alınmış olmalarıdır. Millet meclislerine kadar girebilmenin yolunu bulabilen vatansızlara rastlamanın beklenmedik bir şey olmayacağına tarihin, bu konudaki örnekleri ile inanmak zorunludur. Bunun için millet, vekillerini seçerken çok dikkatli ve kıskanç olmalıdır.” Atatürk bu cümleleri, İçişleri Bakanlığına seçilen Nâzım Bey’e karşı gösterdiği tavır nedeniyle kurmuştur. Nâzım Bey’in olayı; “bakanların seçilmesine ilişik kanunun değiştirilmesini gerektiren nedenlerden biridir.”
Büyük Millet Meclisi kurulduğunda kabul edilen ilkelere göre, “Bakanlar Kurulu adı verilen hükûmetin üyeleri, doğrudan doğruya ve ayrı ayrı Meclis tarafından” seçilmektedir. Bu sistem 4 Kasım 1920’ye kadar uygulanır ve Atatürk, “Bu konudaki kanun, ancak bu tarihte, ‘Bakanlar, Büyük Millet Meclisi Başkanının, Meclis üyeleri arasından göstereceği adayları arasından, salt çoğunluk ile seçilir’ şeklinde değiştirildi.” der. Nutuk’taki satırlardan özetleyelim…
4 Eylül 1920’de, Tokat Mebusu olan Nâzım Bey, 89 oya karşı 98 oyla Meclis tarafından İçişleri Bakanı olarak seçilir. Nâzım Bey, dakika yitirmeden Bakan odasına geçerek görevine başlar ve Mustafa Kemal Paşa’yı -Başbakan da olması nedeniyle- görmeye gider. Atatürk şöyle der: “Ben, Nâzım Bey’i, kabul etmedim. Yüksek Meclisçe, güvenilen ve seçilen bir bakanı kabul etmemekle, yaptığım işin niteliğini ve önemini elbette biliyordum. Fakat, memleketin büyük yararı, beni bu yolda davranmaya zorunlu kılıyordu. Elbette, yaptığımın nedenini açıklayıp kanıtlayacağıma ve açıklayacağım noktanın Yüksek Meclisçe de önemli görüleceğine güveniyordum.”
Mustafa Kemal Paşa, Meclis üyeleri arasında “aykırı birtakım prensiplere eğilim gösterenler” çıkmaya başladığını görmüş, Nâzım Bey ve arkadaşları bu konuda dikkatini çekmiştir. Nâzım Bey’in, Sivas Kongresi sırasında, kendisine yolladığı “safsatalarla dolu bazı mektuplar” nedeniyle hangi anlayışta ve nitelikte olduğunu anlamıştır. Nâzım Bey, mebus olarak Ankara’ya geldikten sonra da yeni yeni siyasî çalışmalar yapacak ve “her siyasî grupla ilişki kurma fırsatı” içinde olmayı hiç kaçırmayacaktır. Şöyle devam eder Atatürk: “Nâzım Bey, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak yabancı çevrelerden bazılarıyla ilişki kurmak yolunu bulmuş ve onlar tarafından özendirilmiş ve yardım sağlamıştı.” Nâzım Bey’in “Halk İştirakiyûn Partisi” adlı ciddi olmayan, sırf çıkar sağlamak amaçlı bir parti kurma girişimi olduğu ve partinin başında, ulus yararına aykırı çalışmalarda bulunduğu da bilinmektedir.
Atatürk şöyle devam eder: “Bu kişinin, yabancı çevrelere casusluk ettiğine de hiç kuşkum yoktu. Nitekim, sonradan İstiklâl Mahkemesi birçok gerçekleri ortaya koymuştu.” Bu bağlamda İstiklâl Mahkemelerinin kuruluş amacını da Atatürk’ün cümleleriyle verelim: “Efendiler, Meclis, 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyaneti Vataniye (vatan hainliği) Kanunu ve sonraki aylarda İstiklâl Mahkemeleri Kanunlarını da çıkarmakla devrimin doğal gereklerini yerine getirmiş oldu.”
Nutuk’tan devam edelim: “İşte, Efendiler, bu Nâzım Bey, kendisinin ve arkadaşlarının aracılığı ile yaptığı sürekli propaganda sonucunda ve bize karşı çıkmaya hazırlananların, ulusun yüce yararlarını unutarak yaptıkları yardımlarla, İçişleri Bakanlığına geçirilmişti. Böylece Nâzım Bey, hükûmetin, bütün iç yönetim makinasının başında, memleket ve millete değil, fakat, paralı uşağı olduğu kimselerin isteklerine en çok yardımcı olabilecek duruma gelebilmişti.” Her dönem ve devir için çok tehlikeli olabilecek böyle bir durum karşısında Atatürk, Nâzım Bey’i kabul etmediğini ve görevden çekilmeye zorladığını belirtir ve şöyle devam eder: “Gerekli görüldüğünde de Meclis’te, gizli oturumda elimdeki bilgileri aktardım ve düşündüklerimi açıkça söyledim.”
Nâzım Bey’in durumunu ve ilişkilerini İstiklâl Mahkemeleri belgelerinde görüyoruz. Birinci İnönü Savaşı’nda Yunanlılarla birlikte Millî Ordu’ya saldıran Çerkez Ethem yenilir ve kuvvetleri yok edilir. “Bu olay vatana ihanet olduğundan konuyla ilgili suçlular İstiklâl Mahkemesi’ne geldi.” der Ergün Aybars, “İstiklâl Mahkemeleri” adlı kapsamlı eserinde. (Doğan Egmont Yay. 2014) Aybars şöyle devam eder: “Ankara İstiklâl Mahkemesi, Yunanlılara sığınmış olan Ethem ve kardeşlerini gıyaben yargıladı. 9 Mayıs 1921’de verilen kararla, vatana ihanet suçları sabit görülüp idama mahkûm oldular. Aynı kararla toplam 46 kişinin hakkında da hükme varıldı. Yine bu kararla, gizli Komünist Fırkası kurup hükümeti devirmek suçuyla yargılananlar da mahkûm oldular.”
Aybars burada, Nâzım Bey’in de adının geçtiği 576 No’lu Karar’ı paylaşır. Özgün satırları verelim: “… hafi Komünist Fırka teşkili suretiyle yine taklib-i hükümet cürmünü irtikâb teşebbüsünde bulundukları anlaşılan Tokat Mebusu Nâzım Bey’in müebbeden tevkifi olan … tarihinden, … kanun-u ceza-i umumiyenin 46. maddesinin delaletiyle, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun ikinci maddesi mucibince 15’er sene küreğe vaz’larına…” Karara göre, hükümeti devirme/dönüştürme girişiminde bulunan Nâzım Bey Kayseri hapishanesine gönderilecektir.
Ülkede iç ihanetler sürerken; Padişah askerliği kaldırdığını, Ankara’daki hükûmetin meşru olmadığını yaymaktadır. Bu olumsuz fetvalar askerleri aldatır. “Gerçekten, birçok yerlerde, birtakım ordu erleri, asilerle çatışmaksızın tersine silâhlarını bırakarak köylerine, memleketlerine savuşuyorlardı.” der Atatürk ve ona göre; “sağlam bir düzen bağı isteyen ve emirlere koşulsuz ve duraksamasız uyulmasını gerektiren önemli askerlik görevleri ancak düzenli ordu ile mümkün” dür.
Millî Mücadele’nin en zor zamanlarında çıkarılan iç isyanları, düzenli ordunun kurulmasını engellemek ve ulusal birliği tehlikeye düşürmek için kurulan birtakım gizli örgütleri Nutuk’ta okumaktayız. Yeşil Ordu, Gizli Türkiye Komünist Partisi ve Nâzım Bey’in başında olduğu Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası başı çekmektedir. Mustafa Kemal Paşa kontrol sağlamaya çalışsa da bu örgütler “Sovyetler Birliği ile ilişki kurarak yıkıcı ve bölücü çalışmalara” başlarlar. Ethem ve kardeşinin Yeşil Ordu’ya katılmaları, durumu daha da tehlikeli hale getirir. Yeşil Ordu genel bir amaca yönelmekle kalmaz, “Mustafa Kemal’in izni ve bilgisi altında çalıştıklarını” her tarafa yayarak taraftar toplamaya da başlar. Yeşil Ordu Cemiyeti’nin gizli amacının “İslam sosyalizmi birliği” olduğu anlaşılır. Mustafa Kemal Paşa’nın baskısıyla Cemiyet’in çalışmaları durmuş gibi görünse de gizli faaliyetler sürmektedir. “Yeşil Ordu Cemiyeti ve Halk İştirakiyûn Fırkası, Baytar Salih ve Nâzım Beylerin dağıttıkları gizli beyannamelerle birleşme çabasına başlamış, Üçüncü Enternasyonal’e kabul edilmişlerdi. Programlarını birleştirip içteki çalışmalarını birlikte yürütmeye karar verdiler. Ethem de bu birleşmeden sonra Cemiyet’e katıldı ve kuvvetleri Cemiyet’in askeri gücünü meydana getirdiler.” der Aybars. Yıkıcı çalışmaların bitmediğini Merkez Ordusu Kumandanı Nurettin Paşa’nın bir telgrafı (bazı mebuslar tarafından dağıtılan iki risalenin sureti) ile öğrenen Mustafa Kemal Paşa, Moskova Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, bu cemiyetlerin kapatılmasını emreder. Ancak hâlâ gizli çalışma içinde olanlar vardır. Bunun üzerine durum Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne bildirilir ve “Tokat Mebusu Nâzım Bey ve arkadaşları hakkında soruşturma yapılıp yargılanmalarına gerek görülür.”
Büyük Millet Meclisi, gizli bir oturumda Nâzım Bey ve arkadaşları olan bazı mebusların dokunulmazlıklarını kaldırır. (21 Mart 1921) Konu dikkatle incelenmiş, ilgisi olan herkesin şahitliğine başvurulmuş ve karar verilmiştir. Suçlu görülen Nâzım Bey’in ismi üye defterinden silinir. Ancak kısa bir süre sonra, Nâzım Bey ve arkadaşlarının kalan cezaları affedilecek ve serbest bırakılacaklardır. Nâzım Bey, ölünceye kadar emeklilik maaşı da alacaktır. Aybars konuyu şu cümlelerle sonlandırır: “Yeşil Ordu Cemiyeti, Halk İştirakiyûn Fırkası ve Gizli Komünist Fırkası gibi iç içe girmiş komünist örgütler de Tokat Mebusu Nâzım Bey ve arkadaşlarının şahsında mahkûm edilmişlerdi…”
Yukarıda yazılanlar, ister istemez, günümüz iktidarının devlet arşivlerine girmeyen görüşmelerini, üst düzey hükümet ve devlet yetkililerinin, yasa dışı işlere bulaşmış kişilerle olan bağlarını çağrıştırıyor. Bu görüşmelerin ve bağların “ulusun yüce yararına” olup olmadığını elbette Türk milleti bir gün öğrenecektir ama çok geç olmadan öğrenmelidir. İşte Yüzüncü Yıl Seçimi bu nedenle önemlidir, önemli olmanın ötesinde bir “varoluş” seçimidir. Ulusun kaderi ne kayıkçı kavgaları ile ne de “at pazarlığı” yapanların eliyle aydınlanabilir. Ulusun kaderini halkın “azim ve kararı” belirleyecektir ancak bu azim ve karar beslenmeli, harekete geçirilmelidir. Bu nedenle halka ve seçmene, dört bir yanı nimet ve imkânlarla dolu ülkemizde özgürlüklerin kısıtlandığı, ekonominin yanlış ellerde olduğu ve dinin kullanılarak toplumsal ahlakın çökertildiği mutlaka anlatılmalıdır.
Siyaset, siyasîler de bunun için vardır.
Canan Murtezaoğlu