Atatürk’ün hemen ardından gelen iktidarlar, onun güvenli dış politika kurallarını sürdüremedi.
O büyük deha, daha Cumhuriyet ilân edilmeden; Moskova Antlaşması (1921), Balkan Antantı (1934) ve Sâdâbad Paktı(1937) ile ülkenin sınırlarını; Montrö Boğazlar Antlaşması ile de İstanbul ve Boğazlarımızı güvence altına aldı. Bugün hâlâ o güvencelerin sağladığı rahatlığı yaşıyoruz.
Bu yazıda güncel önemi nedeniyle Montrö Boğazlar Antlaşması’ndan ve antlaşmaya kadar giden süreçten kısaca bahsetmek istiyorum.
Tarih, 30 Ekim 1918; Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayan Mondros Ateşkes Antlaşması ile Boğazların yabancı devlet gemilerine açılması ve İtilaf Devletleri’nin hâkimiyetine girmesi kabul edildi.
Tarih, 10 Ağustos 1920; Türk’ün esaret antlaşması, Türk vatanının paylaşımını düzenleyen Sevr Antlaşması imzalandı. Buna göre Boğazlar ve Marmara Denizi, savaş ve barış zamanlarında tüm devletlerin ticaret ve savaş gemileriyle sivil ve askerî uçaklarına açık tutulacaktı. Boğazlar Bölgesi’nin yönetimi de çok geniş yetkilerle donatılmış bir Boğazlar Komisyonu’na devredilecekti. En önemli maddelerden biri de Boğazlar Bölgesi’nin silahsızlandırılmasıydı. Böylece, Türkiye’nin üye olmayacağı bu komisyonun kendine özgü bir sancağı, bütçesi, teşkilatı ve özel polis gücü olacaktı. Bunun anlamı; İstanbul’u da içine alan Boğazlar Bölgesi’nde fiilî olarak İngiliz, Fransız ve İtalyanların yönetimi altında bir özerk bölge oluşturulmasıydı.
Tarih, 24 Temmuz 1923: Dumlupınar’da Atatürk’ün başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz’un ardından imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin millî sınırları uluslararası alanda tescillendi. Sevr ile Boğazlar Komisyonu’na verilen geniş yetkiler kaldırıldı. Ek Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazların yönetimi, başkanı Türk olan bir Boğazlar Komisyonu’na bırakıldı. Barış ve savaş zamanında ticaret gemileri, savaş gemileri ve uçaklar için geçiş serbestliği kabul edildi. Ancak, barış zamanında Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine tonaj sınırı konuldu. Boğazlar askerden arındırıldı. Boğazlarda Türkiye’nin güvenliği Milletler Cemiyeti’nin garantisi altına alındı.
Atatürk, Boğazların askerden arındırılması ve Boğazlar Komisyonu’nun kurulmasına karşıydı. Çünkü İstanbul ve Boğazlar her türlü savunmadan mahrum bırakılmıştı. İlk fırsatta sözleşmeyi değiştirmek istiyordu. 1936 yılında bunu başardı. Şöyle ki;
Atatürk, Mussolini İtalyası’nın Doğu Akdeniz ve Balkanlardaki saldırgan politikalarını yakından takip ediyordu. Türkiye 1933’te Londra Silahsızlanma Konferansı’nda ve 1935’te Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nda Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesini talep etti. İtalya’nın Habeşistan’a saldırmasıyla da Atatürk aradığı fırsatı buldu ve “Avrupa’nın durumu böyle bir girişim için elverişlidir. Bu işi kesinlikle başaracağız.” diyerek harekete geçti.
Tarih, 11 Nisan 1936: Türkiye, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne imza atan ülkelere birer muhtıra vererek yeni bir Boğazlar rejimi belirlemek için bir konferans toplanmasını talep etti.
Tarih, 20 Temmuz 1936: İngiltere, Fransa, Japonya, Sovyetler Birliği, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye, Boğazların, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hâkimiyetine geçişini sağlayan “Montreux (Montrö) Antlaşması” ile bunu başardı. Antlaşma hükümlerini denetleyen ve uygulayan taraf olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Boğazlarda tek egemen ülke haline geldi. Anlaşmayla İstanbul ve Çanakkale Boğazları kayıtsız şartsız Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakıldı ve tahkimat yapmak hakkı tanındı. Türkiye, Boğazlar Bölgesi’ni düşman saldırısına karşı koyabilecek duruma getirebilecek her türlü savunma tesislerini kurabilme yetkisine de sahip olmuştu.
Böylece tam 162 yıldır yani 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan beri çözülemeyen Boğazlar Sorunu, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun bir şekilde çözülmüş oldu.
Atatürk’ün en yakınındaki gazetecilerden Falih Rıfkı Atay, antlaşmanın imzasının ardından Ulus Gazetesi’nde yayınladığı 21 Temmuz 1936 tarihli yazısında şöyle demişti; “Boğazlar evimizin deniz kapılarıdır. Onların emniyeti üzerine titremek ve bunun icaplarını yerine getirmek ne kadar hakkımız olduğunu herkes tasdik eder… Bugün Türk milletinin, milli emniyeti namına bayram yapmaya hakkımız olduğu kadar, sulhu seven milletler, Boğazlar meselesinin hallolunmasından aynı şevk ile sevinseler o kadar yerinde olur.”
Falih Rıfkı haklıdır. Atatürk, II. Dünya Savaşı’nın mutlaka çıkacağını öngördüğü için kendisi yaşarken takip edip 1936’da imzalattığı Montrö ile I. Dünya Savaşı hatasının tekrarlanmasını engellemiştir.Atatürk’ün ölümünden sonra, onun öngördüğü gibi II. Dünya Savaşı patlamış, Hitler, Türkiye’yi kendi safında savaşa sürüklemek için büyük bir baskı yapmıştır. Dönemin iktidarı ve özellikle de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atatürk’ün “Sakın savaşa katılmayın, I. Dünya Savaşı’ndan beter oluruz!”sözlerinin gereğini yerine getirmiş ve tarafsız kalmayı başarmıştır. Montrö Antlaşması sayesinde Hitler’in denizaltılarının Karadeniz’e ulaşması da engellenmiştir.
Günümüzde ABD, Karadeniz’i bir “NATO gölü” haline getirmek ve Rusya’yı kuşatmak derdindedir. İlk olarak Romanya ve Bulgaristan’ı NATO’ya almış, Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyesi olması için çalışmalara başlamıştır. ABD’nin Karadeniz’i bir NATO=ABD gölü yapmaya çalışmasına Rusya, Kırım’ı ilhak ederek sert bir cevap vermiştir.
2021 Ekim ayında ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeleri ziyaretinde şu cümleleri sarf eder: “Karadeniz’in güvenliği ve istikrarı ABD’nin ulusal çıkarıdır ve NATO’nun doğu kanadının güvenliği açısından kritik önem taşımaktadır.”
Adamlar niyetlerini açık açık ilan ediyorlar. Anadolu deyişiyle; ABD nireee Karadeniz nire? ABD’ nin okyanus ötesinden uzanıp Karadeniz’i “ulusal çıkarları” ilan etmesinin ardında yatan asıl gerçeği Cumhuriyet Gazetesi yazarı Barış Doster’den okuyalım: “ABD, yıllardır Karadeniz’e açılmanın yollarını arıyor. Hem Türkiye’ye baskı yapmak hem de Rusya’yı Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Hazar Havzası, Doğu Avrupa, Baltık Denizi üzerinden kuşatmak istediğinden, Karadeniz’de donanmasını gezdirmek için çabalıyor. Bulgaristan ve Romanya’yı NATO’ya üye yapan ABD’nin, Ukrayna ve Gürcistan’ı ısrarla NATO üyesi yapmaya çalışmasının nedenlerinden biri de bu. ABD, Karadeniz’in enerji geçiş yolu olarak da öneminin farkında. Rusya’nın enerji alanındaki tekelini kırmak için de Karadeniz’e çullanıyor.”
Elbette Rusya da bölgedeki çıkarlarını korumak zorunda ve kendince gereğini yapıyor; Ukrayna’nın NATO üyesi olma girişimlerine karşılık silah kullandı ve Ukrayna’ya saldırdı. Rusya, Karadeniz’in bir “NATO=ABD gölü” olmasına asla izin vermeyeceğini bir kez daha ortaya koydu.
Gelelim Türkiye’ye;
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Aralık 2019’da yaptığı bir konuşmada sarf ettiği şu cümleler ile Montrö’yü tartışmaya açtı: “…Montrö Antlaşması Türkiye’ye ne kazandırmıştır, ne kaybettirmiştir? Acaba bunu hiç düşündünüz mü? İnanın bunların böyle bir derdi yok. Fakat şimdi Kanal İstanbul’la, işte biz bunu onlara anlatacağız, göstereceğiz ve bunu görecekler.”
O günlerde çok da ilgi çekmeyen bu açıklamanın ardından TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un, “Cumhurbaşkanı isterse Montrö’den çekilebilir” yönündeki açıklaması tepkilere yol açtı. Ardından da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 5 Nisan 2021 akşamı dile getirdiği “Daha iyisi için imkân bulana kadar Montrö’ye bağlılığımızı sürdürüyoruz.”sözleri sonrasında, Montrö Boğazlar Sözleşmesi iktidar mensupları tarafından tartışmaya konu edildi.
2019’da hayata veda eden Emekli Tümamiral Soner Polat, 2015’te yayınlanan “Lozan’ı Lozan yapan Montrö’dür” başlıklı makalesinde, tehlikeye dikkat çekmiş ve şu ifadeleri kullanmıştı:
“Montrö’ye karşı çıkmak, dolaylı olarak Lozan’a meydan okumaktır! (…) Montrö ile Türkiye kuzey sınırlarını emniyete almaktadır… Montrö’yü dillerine dolayanlar gerçekte kimin borazanını üflediklerini iyi bilmelidir. Montrö bir kere sallanmaya başladı mı nerede duracağını kimse tahmin edemez! Düşürülen Rus uçağını unutmayalım! Karadeniz ısınırsa, ilk önce Türkiye’yi yakar…”
Montrö Sözleşmesi’nin hedef alınması üzerine 104 vatansever Amiral, hassasiyetlerini belirten ve uyarı niteliği taşıyan bir bildiri yayınladı. Tabi, iktidar kanadı bu bildiriyi “muhtıra” ya da “darbe iması” olarak kabul etti. Hal böyle olunca da yargı harekete geçti; amiraller gözaltına alındı ve haklarında soruşturma açıldı.
Nitekim Montrö’nün önemi Rusya’nın, Ukrayna’ya saldırmasıyla bir kez daha ortaya çıktı. O günlerde Montrö’yü tartışmaya açanlar bugün Montrö’nün ne kadar önemli olduğunu konuşur oldular.
ABD’nin Montrö’yü delerek uçak gemilerini, savaş gemilerini Karadeniz’e çıkarma ve Rusya’yı Karadeniz üzerinden güneyden de kuşatma derdinde olduğunu, bunun için Türkiye’ye NATO=ABD gemilerinin kısıtlamaya uğramadan Karadeniz’e girebilmeleri için Kanal İstanbul ile Montrö’yü kaldırma baskısı yaptığını görmek gerekmektedir. Bütün bu olaylardan hareket edersek şöyle bir soruyu sormaya hakkımız olduğunu düşünüyorum; Acaba ABD’nin Rusya’yı kuşatma hedefinin altında yatan amaçlarından birinin dolaylı olarak Türkiye’yi de kuşatmak istemesi olabilir mi?
“1 Mart Tezkeresi” olayını hatırlayalım ve Sözcü gazetesi yazarı Saygı Öztürk’e kulak verelim: “18 adamızı işgal eden Yunanistan, şimdi de askersiz olması gereken Dedeağaç’ta ABD’ye üs verdi. ABD, buradan Bulgaristan ve Romanya’daki üsleri arasında bağlantı sağlayıp boğazları baypas etmiş olacak.”İlave olarak ABD’nin ilk kez kendi toprakları dışında bir anti-balistik füze sistemini (BMD) Romanya’nın güneybatısındaki Devesul Hava Üssü’ne kurmuş olduğunu, söz konusu füze sisteminin Malatya Kürecik’te bulunan radar sistemi ile de bağlantılı olduğunu hatırlayalım.
Montrö; Türkiye’ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşması’nı Atatürk’ün deyimiyle “taçlandıran” büyük bir diplomasi zaferidir; Boğazlardaki Atatürk kilididir.
Karadeniz’de savaş riskini azaltmanın teminatı olan Montrö rejimine sıkı sıkıya sahip çıkmalıyız. Bir NATO üyesi olmamız, Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkamayız anlamına gelmez. Aksine, doğuracağı riskler nedeniyle Ukrayna’nın üyeliği Türkiye’nin de güvenliğini tehlikeye atmakta ve çıkarları ile uyuşmamaktadır.
50’li yıllarda Demokrat Parti’nin başbakanı Adnan Menderes iktidarında Meclis onayı olmadan ülkeyi Kore Savaşı’na sokarak NATO üyeliği yolunda bedel ödetenler ve” “Küçük Amerika olacağız” hezeyanları, Türkiye’yi ABD ve NATO’nun kucağına oturttu. O gün, bugündür o kucaklardan kalkamıyoruz. Her gelen iktidarın ilk yaptığı açıklama “NATO’ya bağlıyız” oldu. Bugün geldiğimiz nokta ise Montrö’yü tartışmak ve Kanal İstanbul ile ABD’ye Karadeniz’in yolunu açmak. Bu derece “bağlılık” bizi bozuyor… Kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz. Bulunduğu coğrafî önem nedeniyle Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun da kilidi konumundaki Türkiye’nin üzerindeki emperyalist emellerin farkındayız ve ülkemize sahip çıkmak zorundayız. Umarız, başımızdaki politik kafalar bizi en az zararla bu girdaptan çıkarmayı başarabilirler…
Çünkü bizim gidecek başka bir ülkemiz yok!
Başka Türkiye yok…
Tülay Hergünlü – SMMM