Erzurum Kongresi’nin bitiminde, yeni Savaşişleri Bakanı’ndan gelen emre göre, Mustafa Kemal Paşa ile Refet Bey hükûmet kararlarına karşı gelmelerinden dolayı yakalanarak hemen İstanbul’a gönderilmelidir. (30 Temmuz 1919) Bunun üzerine Atatürk şöyle diyecektir: “Bu emre, Kolordu Komutanlığı tarafından yakışan yanıt verildi ve bu yanıtı öbür komutanlara da olduğu gibi göndererek dikkatlerini çektirttim.” “Bilmece Refet Paşa (2)” başlıklı yazımız bu cümlelerle sonlanmıştı.
Ağustos sonunda arkadaşlarıyla Erzurum’dan ayrılan Atatürk şöyle der Nutuk’ta: “Amasya’dan, Erzurum’a gelirken, Sivas’ta küçük bir öyküye konu olan olayı hatırlarsınız. Tuhaftır ki, Erzurum’dan Sivas’a giderken de buna benzer küçük bir duruma rastladık.”
Olay kısaca şöyledir: Erzincan Boğazı girişine geldiklerinde otomobilleri, birtakım jandarma er ve subay tarafından durdurulur ve “Dersim Kürtleri Boğazı tutmuşlardır. Tehlike var. Geçilemez.” denir. Bir subay, merkeze kuvvet gönderilmesini yazmıştır. Kuvvet gelince saldırılacak, eşkıya kovularak yol açılacaktır. Mustafa Kemal Paşa durumu sorgular: “Peki iyi ama, bu eşkıyanın kuvveti nedir, neresini nasıl tutmuş, ne kadar kuvvet gelecek ve ne vakit gelecek?”
Sivas’ta bulunmaları gereken gün belirlenmiştir. Vaktinde orada bulunamamak “işleri” altüst edebilir. Tehlikeyi göze alıp yola devam etmekten başka çare yoktur. Ancak Mustafa Kemal Paşa gerekli önlemi aldırır ve emri verir. “Ellerinde hafif makineli tüfekler bulunan”, “özverili” arkadaşlardan birkaçını bir otomobil ile kendi otomobilinin önüne geçirir. Sağdan soldan gelecek ateşlere önem verilmeyecek, “otomobiller hızla şose üzerinde ilerlemeye” devam edecektir. “Vurulan, ölen olursa” onlarla meşgul olunmayacaktır. Eşkıya ile karşılaşılması durumunda da hep birlikte otomobillerden atlanacak ve saldırılarak yol açılacaktır.
Atatürk şöyle devam eder: “Ben, her şeyden önce, Boğaz’ın gerçekten tutulduğuna inanmadım. Bunu, İstanbul hükûmetinin yardakçısı olabileceğini tahmin ettiğim bazı kimseler tarafından, salt, beni durmaya zorlamak için uydurulan, bir plân saydım. Bir de, Dersim Kürtleri boğazı tutmuşlarsa, bunların yapabilecekleri işin, uzak tepelerden yola ateş etmekten başka bir şey olamayacağını, çok olası görüyordum.”
Sonuç olarak Boğaz geçilir ve 2 Eylül 1919 günü Sivas’a ulaşılır. Halkın karşılaması “büyük ve parlak gösteriler” le olmuştur ancak Refet Bey orada değildir. Şöyle der Atatürk: “Nerede bulunduğunu da kimse bilmiyordu. Oysa, 7 Temmuz 1919 tarihli direktifimiz uyarınca, kendi bölgesi olan Üçüncü Kolordu bölgesinden ayrılmamak gerekliydi ve özellikle tam Sivas’ta Kongre toplanacağı günlerde orada bulunması uygun idi. Yazışmalarla kendisinin Ankara’da olduğu anlaşıldı. Ankara’da Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşaya ‘hemen ve kesinlikle Sivas’a gönderilmesini’ emrettim. 7 Eylül’de geldi ve Temsilci Kurul üyesi olarak tarafımdan Kongre üyelerine tanıtıldı.”
Ağustos ortalarında Ali Fuat Paşa’dan Mustafa Kemal Paşa’ya gelen telgraftan öğreniyoruz ki, İstanbul’daki birçok aydın -bunlara Halide Edip de dahildir- Amerikan mandası konusunda mektup yazarak düşüncelerini ifade etmiştir. “Bunların hepsinde bir yardıma gerek duyulduğu ve bu yardımın Amerika tarafından yapılması kötülüklerin en hafifi sayılıp kabul ve onaylandığı yolunda gerekçe bildirilmektedir.” Konuyla ilgili hazırlanan “basılı rapor” için “bütün parti ve derneklerin düşünceleri” de yoklanmış ve çoğunluğa göre hazırlanmıştır. Rapor, Kongre’de bir an önce görüşülmeli ve Amerikalılar gitmeden sonuç bildirilmelidir! Telgrafı şöyle bitirir Ali Fuat Paşa: “Kongre’nin toplanmasını çabuklaştırmanız rica olunur.”
Atatürk şöyle der Nutuk’ta: “Sivas’a gelmiş olan, gazeteci Mister Brown ile kendim görüşmeyi uygun gördüm. Karşısındakini kolaylıkla anlayan çok akıllı bir genç.”
Mister Brown da: “Ben asla bir resmî görevli olarak görüşmüyorum, tamamen özel olarak görüşüyorum.” diyecek ve “Amerika’nın mandayı kabul edeceğini değil, belki etmeyeceğini” söyleyecektir. Sözleri, “Amerika adına değil, kendi adınadır; mandanın ne olduğunu kendisi de bilmemekte” ve “Manda, siz ne derseniz odur.” demektedir.
Bunun üzerine Atatürk; “Bu raporda önemli olarak manda sorunu vardır.” diyecek ve Rapor’da Mr. Brown’dan söz edildiğini ve “elli bin kişilik bir işçi ordusu” getirileceğini söylediğini belirtecektir.
“Kongre’de manda hakkında, yapılmış olan görüşme ve tartışma” olduğu gibi yer alacaktır Nutuk’ta. İlk söz alan ve uzun bir konuşma yapan Vasıf Bey, “Bir kere ilke olarak mandayı kabullenelim de koşullar üzerinde sonra görüşürüz.” diyerek görüşlerini sıralar.
Üyelerden Macit Bey, “Bundan böyle kendi başımıza yaşayabilecek miyiz, yaşayamayacak mıyız; Mandater kim olacaktır?” sorularını sorar.
Mustafa Kemal Paşa kürsüden seslenir ve şöyle uyarır: “Sanırım bu rapordan iki görüş beliriyor: Bunların birincisi; devletin iç ve dış bağımsızlığından vazgeçmemesi ve ikincisi de, devlet ve ulusun zararlı dış baskılara karşı bir yardım ve desteğe gereksinimi bulunup bulunmamasıdır. Asıl duraksamayı gerektiren nokta budur. İzin verirseniz, bu noktayı, incelenip üzerinde düşünülmesi için Öneri Komisyonu’na verelim. Yüce kurulunuza sonra sunalım. Herhalde iç ve dış bağımsızlığımızı yitirmek istemiyoruz.”
Bunun, üzerine söz alan Bekir Sami Bey’e göre; “Boş yere tartışmalara ayıracak” dakika yoktur. Mustafa Kemal Paşa, aynı zamanda Öneri Komisyonu Başkanı olarak tekrar konunun önemine vurgu yapar. Manda konusu, daha önce de komisyonda okunup tartışılmış ancak kesin bir karara varılamamıştır. Bu nedenle, önce Genel Kurul’da okunması, sonra da Komisyon’a gönderilerek kesin karara varılması istenmiştir.
İsmail Fazıl Paşa da Bekir Sami Bey’in düşüncesine katılmakta, “Tam bağımsızlık mı, yoksa manda mı kabul edeceğiz? Kararlaştıracağımız budur.” demektedir. Peşinden söz alan Hami Bey de bu sözlere katıldığını belirtir ve “Her halde bir yardıma ihtiyacımız var ve bunun en belirgin kanıtı da, devlet gelirlerinin ancak borcumuzun faizini karşılayabilmesidir.” der.
Mandaya karşı olan Raif Efendi ile İsmail Fazıl Paşa karşılıklı uzun bir konuşmaya girerler. Bekir Sami Bey de hangisi “bağımsızlığı” daha çok zedeleyicidir, diye sorar: Paris Kongresi mi yoksa okunan rapor mu?
Refet Bey söz alır. Refet Bey’in sözleri olduğu gibi şöyle idi der Atatürk:
“Mandanın bağımsızlığı zedelemeyeceği kesin iken bazı arkadaşlarımız – bağımsız mı kalacağız, yoksa mandayı mı üstleneceğiz? – yollu birtakım düşünceler ileri sürüyorlar. Onun için her şeyden evvel mandanın ne olduğu anlaşılmalıdır. Bununla birlikte mandadan söz etmeden önce de, beyinleri gıcıklayan bu raporda, bu deyimin nasıl anlaşılmakta olduğunu anlamak gerekir. Fazıl Paşa Hazretleri ‘bağımsızlığı koruma koşulu ile manda’ diyorlar. Hami Beyefendi tarafından manda hakkında verilmiş olan rapor iki bölüme ayrılıyor: Bir gerekçeler bölümü var, ondan sonra bir de mandanın tanımına ilişkin bölüm var… Manda işini bunlardaki görüşlere göre düşünmek için önce bir noktayı anlamak isterim; bu rapordakiler genel kurulca görüşmeye konmuş mudur, konmamış mıdır?”
Bunun üzerine İsmail Fazıl Paşa: “Yanlış anlaşılmaya yol açtığından biz üçümüz – yani Fazıl Paşa, Bekir Sami ve Hami Beyler – bu raporu geri alıyoruz. Olmamış verilmemiş saydık.” der.
Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın “Rapor geri alınmıştır.” ifadesine rağmen, Refet Bey “tutanakta beş, altı sayfa yer tutan özenli bir nutuk” çekecektir. Konu ayrıntılı ve uzun olduğundan tutanaktan alınan cümleleri bir sonraki yazımızda paylaşacağız. Atatürk, bu cümlelere yer verirken “konuşmanın amacını açıklamaya yetecektir, sanırım.” şeklinde özetleyecektir Refet Bey’in sözleri hakkındaki görüşünü.
Manda konusunun anlatıldığı bölüm Nutuk’ta oldukça uzun yer tutmaktadır. Söz alan konuşmacıların çoğunluğundaki yabancıya yaranma isteği açıkça ortadadır. Dışa bağımlı olma zihniyetinin devamını, yabancıyı kutsama siyasetini bugün de görüyoruz. Bu siyasetin en yakın örneğini Kanal İstanbulprojesinin başlangıcı gibi düşünülen bir köprünün temel atma töreninde yaşadık.
Kanal İstanbul’un yapılmasına karşı olanları temsilen konuşan CHP Lideri Kılıçdaroğlu, ihaleye katılacak firmalara uyarı yaparak, iktidara geldiklerinde “paralarını ödemeyeceklerini” söylemişti. Köprü açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan yanıt geldi: “Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar.”
Cumhurbaşkanı’nın, dışa bağımlılığı azaltmakla övünmesi gerekirken, ülkesinin değil de “yabancı” nın tarafında olmasını, yabancılar adına tehdit ifadeleri kullanmakta bir sakınca görmemesini genç kuşaklara nasıl anlatacağız? Osmanlı’dan kalma bir zihniyet midir, diyeceğiz? Bu soruların cevabını, bir sonraki yazıda Refet Paşa’nın konuşmasında bulacaksınız.
Devam edecek…
Canan Murtezaoğlu