1.Meclis (23 Nisan 1920)
Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi ile Parlamenter sistem kaldırıldı. Başbakanlık makamı tarihe karıştı. Bakanlar kurulu milletvekillerinden seçilmiyor. Kabineler Cumhurbaşkanı atamasıyla oluşturuluyor. Milletvekillerinin hiçbir ağırlığı kalmadı.
Kararlar, büyük çoğunlukla Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) ile alınıyor. Yeni sistemle Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nin işlevselliği büyük ölçüde Cumhurbaşkanı’na geçmiş bulunuyor. Kendisi bir gecede istediği kanunu çıkartıyor, istediği kanunu iptal ediyor. Cumhuriyet kurulduğundan beri Mustafa Kemal Atatürk dâhil, hiçbir cumhurbaşkanı böylesine sınırsız yetkilerle donatılmamıştı. Meclis’te çoğunluk Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve destekçisi Milliyetçi Hareket Partisi MHP) ile sağlandığından, TBMM’ de alınması gereken kararlarda da AKP ve MHP oyları yeterli oluyor. Hal böyle olunca da eller kalkıp iniyor ve muhalefet partilerinin bütün önergeleri, yasa teklifleri, komisyon talepleri vb. otomatik olarak reddediliyor.
Sözün özü; TBMM ne yazık ki Türk Milleti’ni temsil edemiyor.
Günümüz Gazi Meclisi’nin durumunu göz önünde bulundurarak, Cumhuriyet tarihimizde Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında, Türk halkını gerçek anlamda temsil eden ilk ve belki de son “HALK MECLİSİ” olan 1. MECLİS’ ten ve onun benzersiz milletvekillerinden bahsedecek bir yazı dizisi hazırlamak istedim.
“Ulusalcılık” ve “Milliyetçilik” kavramlarının âdeta suç olmaya başladığı günümüz Türkiye’sinde, kendi değerlerimize sahip çıkmamız ve bugünlere nasıl geldiğimizi tekrar hatırlamamız açısından umarım yararlı olur.
***
Amasya Genelgesi’nin belirlediği ilkeler yönünde Erzurum ve Sivas Kongrelerinden geçerek; halkı temsil eden ve Atatürk’ün “olağanüstü yetkili” bir meclis dediği TBMM, 23 Nisan 1920’de açıldı.
Meclisi oluşturacak milletvekillerinin seçimlerinde; ulusun tüm kesimlerini kapsayan, ulusal bilince sahip, mücadele azmi yüksek, kararlı ve direngen halk temsilcilerinin seçilmesine özel dikkat ve önem verildi.
Birinci Meclis, karşılaştırmalı anayasa hukuku açısından benzeri olmayan, Türk toplumuna özgü, çok değişik bir model oluşturmuştur. Üç buçuk yıllık Kurtuluş Savaşı’nı kapsayan bu dönem, Türkiye’nin “bağımsızlığını yitirmeye başladığı” 1945’ e dek, anayasal ve siyasal gelişmeleri belirleme açısından son derece önemli bir başlangıç noktasıdır. Anayasa hukuku açısından dikkat çeken temel özellik, “kuvvetler ayrılığı” değil, “kuvvetler birliği” ilkesinin benimsenmesiydi. Yetkisini ve yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan değil, esas olarak, millet iradesini yansıtan yazılı olmayan ve kökleri eskiye giden özgürlük tutkusundan alıyordu. Maddi varsıllığa veya teknolojik gelişmeye değil, inanca ve kararlılığa dayanıyordu.
Birinci Meclis, bir Batı parlamentarizmi ya da ona benzemeğe çalışan ve sınıfsal üstünlüklere dayanan göstermelik bir kurum değildi. Ortaya çıkışını, niteliğini ve amaçlarını; toplum üzerinde egemenlik kuran sınıfların ya da sınıflar ittifakının temsilcileri tarafından değil, doğrudan ve gerçek anlamda halkın temsilcileri belirliyordu. Milletvekillerinin meslek ayırımı bu gerçeği açıkça ortaya koyuyordu.
Milletvekili sayısı 115’ le başlayan daha sonraki katılımlarla 380’e çıkan Birinci Meclis’te; 115 memur ve emekli, 61 sarıklı hoca, 51 asker, 46 çiftçi, 37 tüccar, 29 avukat, 15 doktor, 10 aşiret reisi, 8 tarikat şeyhi, 6 gazeteci ve 2 mühendis bulunuyordu.
Meclis’e katılarak girişilecek eylem, kişisel çıkar sağlanacak eylem değil, ölümü ve yargılanmayı göze alan ve yalnızca ulus varlığını korumayı amaçlayan bir özveri girişimiydi.
Batı parlamentoları, soylular sınıfının ya da burjuvaların çıkarlarını halka karşı koruyan ve tümüyle denetim altında tutulan kurumlarken, Birinci Meclis, tümüyle ulusal önderlerin, “vatan savunması için” oluşturdukları bir HALK MECLİSİYDİ. Bu meclis Batı parlamentolarına değil GÖKTÜRK TOYLARI (meclisleri) na benziyordu
Mustafa Kemal’in 24 Nisan 1920’de Meclis Başkanı seçilmesi üzerine yaptığı konuşmada söylediği sözler Orhun Yazıtlarındaki Bilge Kağan‘ın sözleriyle hemen hemen aynıdır:
“Yaşamımın bütün evrelerinde olduğu gibi son zamanların bunalımları ve felaketleri arasında da bir dakikam geçmemiştir ki her türlü huzur ve rahatımı her türlü kişisel duygularımı milletin esenlik ve mutluluğu için feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerlik hayatımda, gerek politik yaşamımın bütün dönem ve evrelerini kapsayan savaşlarımda her zaman tuttuğum yol milletin ve vatanın ihtiyaç duyduğu amaçlara yürümek olmuştur.”
Büyük Millet Meclisi, kurulduğu günden kendini feshettiği 1 Nisan 1923’e dek geçen üç yıl içinde, olağanüstü işleri, sıra dışı yoksunluklar içinde başardı. Zamanının büyük bölümünü, savaşla birlikte, kurulmakta olan yeni devletin kurallarını saptayan tartışma ve uygulamalara ayırdı. Görevini, 11 Ağustos 1923’ te toplanan İkinci Meclis’e devredene dek, “milli vicdanın ileriye ait bütün istekleriyle, gerinin bütün karşı koymasını” içinde barındırdı. Samet Ağaoğlu’nun söylemiyle, “milletin özünden kopup gelmişti” ve “Türk Milleti’nin geçmişi ile geleceğini yan yana ve karşı karşıya koyan bir meclisti. Onda temsil edilmeyen hiçbir fikir ve istek yoktu. Cumhuriyet gerçek anlamda bu meclisin içinde doğmuş, saltanat bu meclis içinde yıkılmıştı..”
Birinci Meclis’in milletvekilleri; kılıkları, giysileri, yaşları, kültürleri, düşünsel düzeyleri ve görgüleriyle, başka başka ve çok değişik çevrelerin insanlarıydılar. Beyaz sarıklı, ak sakallı, cüppeli, eli tespihli hocalarla, üniformalı genç subaylar; yazma ya da şal sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar ve kavuklu çelebiler; Avrupa’daki yüksek öğrenimlerini bitirip yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş nokta bıyıklı aydınlar; Kuvayı Milliye kalpaklı yurtsever gençler yan yana oturuyordu.
Gelecek umutlarını, üzüntülerini, sevinçlerini ve belki de yaşamlarını birleştiren bu insanlar, hemen her şeylerini kardeşçe paylaşıyorlardı. Taşıdıkları ağır sorumluluğa karşın, umut ve neşelerini hiç yitirmiyor, Türklere özgü iyimser bir coşkuyla, görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlardı.
Okul-medrese, yenilik-tutuculuk, cumhuriyetçilik-meşrutiyetçilik, Türkçülük-saltanatçılık, ırkçılık-ümmetçilik gibi siyasi tartışmanın hemen her türü; Birinci Meclis’te üstelik yoğun ve sert biçimde yaşandı. Sertliğin giderilmesinde, ulusal davada kararlı milletvekilleri kadar, Meclis’in Mustafa Kemal gibi bir başkan tarafından yönetilmesinin de önemli etkisi vardı. Mustafa Kemal; düşünsel çatışmalarla dolu, ölümüne mücadele eden ve “yetkilerinde çok kıskanç” bir meclisin başkanı olarak “çoğu zaman insana hayret veren bir sükûnet ve olgunlukla, uzun, sinirli ve ağır tartışmaları” yönetmiş, kendisine ve hükümete yönelik eleştirileri “ciddiyetle yanıtlamış”, oturum yönetirken yansız davranmış, “gensoru sonuçlarını soğukkanlılıkla uygulamıştı.”
Devam edecek…
Tülay Hergünlü – SMMM